Dalganın ivmesi kırılırken dayanışma yetmez, müdahale şart

"Bugünkü gibi istisnai kriz ve isyan dönemlerinde önümüzde açılan fırsatları değerlendirmek, toplumun işçi-emekçi çoğunluğunu, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” bir cumhuriyet için, mücadeleye ikna etmek için çok boyutlu bir hazırlığa ve müdahaleye de ihtiyacımız var."

TİP'in Konferans süreci ve Müdahale Kongresi'ni selamlayarak başlamak isterim. Kuruluşundan bugüne emek veren herkese teşekkürler yollayarak...

Ocak başından bu yana pek çok iş yerinde işçiler, zamlar karşısında eriyen maaşlarının arttırılması talebiyle, iş bırakma, grev, işgal ve benzeri eylemlerle bir direniş rüzgarı estirdi. Pandemide hayatımızdaki ağırlıkları hızla artan kargo-kurye-lojistik-perakende sektörleri işçilerinin ön planda olduğu bu direnişlerin sayısı evrensel.net’in haberlerle desteklediği etkileşimli haritaya göre 70’e ulaşmış durumda.

MİGROS’TAKİ İŞÇİ KIYIMI MİLLET İTTİFAKI TÜRKİYESİ'NİN DE RESMİDİR

Geçen yazımda selamladığım işçi direnişleri rüzgarı geçen hafta Migros depo direnişçilerinden 257’sinin işten atılmasından sonra yavaşlamış gözüküyor. Bir yıldır yüksek karlar açıklayıp, ürünlere enflasyon oranında zamlar yapan Migros, Esenyurt Depo’daki yıllardır taşeron sistemiyle sömürdüğü işçilerin maaş artışı talepleri karşısında doğru dürüst bir pazarlık süreci işletmeye dahi gerek görmeden tamı tamına 257 kişiyi sokağa attı. Ve maalesef işçiler ve destekçileri olarak bu tenkisatı püskürtemedik.

Malum şirket, zaman zaman demokrasiden, kadın haklarından yanaymış gibi pozlar vermesiyle bir sürü sol liberalin gönlünü fetheden TÜSİAD’ın üst tabakasını oluşturan Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Tuncay Özilhan’a aittir. Hatta TÜSİAD’ın altında bazı eski solcu akademisyenlerin imzası olan “Geleceği İnşa” raporunda satır arasına yerleştirilen işçi haklarına ilişkin bir ifadeyi Marksist iktisatçılarımız bile uzun uzun tartışmıştı. İşten atılan Migros işçileri pazartesi günü TÜSİAD önünde onca vaatkar bu paporu yakarak anlamlı bir mesaj verdi. Sanırım mesajları gitmesi gereken yerlere ulaşmıştır.

Migros’ta yaşanan olay, sermayenin alkollü içki satanıyla-satmayanı arasında emekçi düşmanlığında bir fark olmadığını bir kez daha su yüzüne çıkardı. Bu anlamda, Millet İttifakı’nın derin ortaklarından TÜSİAD’ı temsil konumundaki bir kapitaliste ait firmadaki bu büyük tenkisat, Saray rejimi sonrası Türkiyesi'nde eğer sosyalistler ve müttefikleri güçlü bir konumda olmazsa, emekçi sınıfların sefaletinin pek fazla değişmeyeceğinin göstergesi sayılmalıdır.

DİRENİŞ DALGASI ELEKTRİK PROTESTOLARIYLA BULUŞACAK MI?

Her ne kadar, çoğu direniş emekçilerin özverili çabalarıyla devam etse, hatta bazı fabrika ve iş yerlerinden kazanım haberleri geliyor olsa da Migros depodaki tenkisat sonrasında emekçilerin mücadele dalgası ivmesini kaybetmiş gibi gözüküyor. Bunun doğrudan sonucu, işçi eylemlerinin gündem belirleyiciliğinin her geçen gün azalmasıdır.

Halbuki, bu emekçi direnişleri, Marmaris’ten Doğu Beyazıd’a çok farklı kentlerde önceki hafta halkı şoka sokup, adeta belini kıran elektrik-doğal gaz zamlarına karşı patlayan kitlesel eylem dalgasıyla çok kolay birleştirilebilirdi. O durumda sermaye ve rejim üzerinde güçlü bir ikili kıskaç kurulmuş olurdu. Üçüncü ittifak ortakları başta olmak üzere kimsenin bu iki vektörü birleştirmeyi hakkıyla gündemleştirip, herhangi bir yerellikte pratiğe döktüğünü göremedik maalesef.

Halk astronomik faturalarla şoka girince, Saray'ın otokratı Covid-19 testinin pozitif çıktığı gerekçesiyle bir süre ortadan kayboldu. Sonrasında Saray sözcüsü, kolormatik gözlüklü karanlıklar prensi İbrahim Kalın’ın “elektrik fiyatlarında mutlaka bir düzeltme yapacağız” açıklaması ve CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun fatura ödememe olasılığını bireysel eylemiyle soğurma anlamına gelen çıkışı geldi. Biri beklenti yaratan, diğeri soğuran bu iki hamle, halkın ilk şok sonrası gösterdiği reaksiyonun kesintiye uğramasına, elektrik isyanlarının kitleselleşip, yaygınlaşma eğiliminde bir kırılmaya yol açtı.

PROTESTONUN SADECE DEDAŞ’A YÖNELMESİNİN ANLATTIKLARI

Bu noktada, Kürt coğrafyasında Bazid’den başlayıp, Kızıltepe’ye, İdil’e, Silvan’a uzanan elektrik protestoları sırasında insanların yaşadıkları çaresizlik ve öfkelerini yönlendirecekleri yer konusundaki ürkek ve kafası karışık tutumları dikkat çekiciydi. Kimisi DEDAŞ’ı, kimisi muhtarları suçlarken, kimse 31 Aralık’ta bu fahiş zamların altına imza atan Erdoğan’ın adını telafuz etmiyordu. Sloganlarda da aynı şey gözleniyordu. Hatta, İdil’de şöyle bir diyalog oldu: “Bizi Covid-19 öldürmüyor, DEDAŞ öldürüyor” diyen halka, polislerin “Şikâyetlerinizi devlete yapın” demesi üzerine, yurttaşların, “Devleti devlete mi şikayet edelim” diyerek tepki göstermesi ilginçti. Halbuki, buralar Kürt coğrafyasının 50 yıldır en politik mekanları olagelmişti ve kimi dönemler devletten şikayet etmenin en cüretkar örnekleri buralarda sergilenmişti.

HDP’nin Haziran 2015’teki seçim zaferi ardından, halkın legal siyasetten umut ve beklentilerinin yükseldiği noktada yapılan demokratik özerklik ilanlarına kadar, bu kentlerde her gün binlerce insanın katıldığı yürüyüşler olurdu. Politik birikimleri düşünüldüğünde, kimin neyin sorumluluğunu taşıdığını en kolay kavraması beklenecek insanların sokağa çıktıklarında öfke ve protestolarını dillendirirken sergiledikleri ürkekliğin, kulaklarını tersten göstermek zorunda hissetmelerinin nedeni üzerine düşününce, en akla yaktın şey, 2015 sonları-2016 başları arasında yaşanan hendek savaşlarının travmasının hala sürdüğüdür. Neyse, şimdilik bu bahsin tartışmasını tarihe havale edip geçmek en iyisi gibi gözüküyor.

MART’IN SONLARINDAKI ASIL BÜYÜK DALGAYA NASIL HAZIRLANMALI?

Tren kaçmadı elbette, asıl büyük direniş ve eylem dalgası martın son haftalarında aynı iki koldan gelecek. Yakın zamanda yeniden yükselecek mücadele dalgasını karşılamak için, son iki haftalık direniş sürecinden dersler çıkarmak gerekiyor. Gerçekten proleter devrimci niyet ve iddiası olanların bu süreçte, "ne düzeyde ve nasıl müdahil oldukları, direnişçilere hangi sıçratıcı öneri-açılımları sundukları, dayanışmaları ne ölçüde gerçek fiziksel-maddi ihtiyaçlarını karşılayan tarzda oldu?" soruları üzerinden bir muhasebeye girişmek gerekiyor.

Bu sorulara şunları da eklemeli: Onca ideolojik-politik misyon yüklediğimiz işçi mücadeleleri için herhangi bir yerde bir dayanışma çorbası kaynattık mı? Bir çoğu sendika üyesi olmayan direniş gruplarının nelere ihtiyaçları olduğunun tespitini yapıp, onlara erzak, yiyecek-içecek yardımı yapabildik mi? Direnişlerin olduğu mahallerde işçiler etrafında bir koruma kalkanı işlevi görecek, yerel dayanışma komiteleri kurmayı gündemleştirdik mi? Bu tarz bir muhasebe, gelecek dalgayı mütevazı de olsa bir eylem programıyla ve bir yığınakla karşılamaya hizmet edecektir. Tekil direnişlerin ekonomik kazanımlara ulaşmasını desteklemeye dönük bu yığınak da yetmez. Son süreçte yerinde saymaya başlayan işçi direnişlerinin sonuç alıcı olabilmesi için eylemlerin dozunu yükseltmek, direnmek isteyen tüm işçileri birleştiren iş yeri-havza ölçekli komite ve meclisler kurmak ve onları elektrik zamlarına karşı sokaklara dökülen yoksul halkla ve çoğu kendi hesabına çalışan küçük esnaflarla sokaklarda ve meydanlarda buluşturmak, siyasi sonuç alıncaya kadar tüm hayatı durduracak genel grev ve blokaj eylemleri yapmak etkili bir müşterekleştirme müdahalesi olacaktır.  

EKONOMİZME KARŞI PROLETER DEVRİMCİLİK

Bugünkü gibi istisnai kriz ve isyan dönemlerinde önümüzde açılan fırsatları değerlendirmek, toplumun işçi-emekçi çoğunluğunu, “gündüzlerinde sömürülmeyen, gecelerinde aç yatılmayan” bir cumhuriyet için, mücadeleye ikna etmek için çok boyutlu bir hazırlığa ve müdahaleye de ihtiyacımız var. Yaşanan sosyal bunalımla ona karşı büyüyen emekçi karakterli halk isyanlarını sınıf mücadelesini ve kapitalizme karşı sosyal kurtuluş davasını sıçratma vektörü kılıp, kılamadığımız, direniş/isyan halindekilerin önüne koyduğumuz öneri ve açılımların bu stratejik hedeflerle ne ölçüde örtüştüğü önemlidir. Daniel Bensaid’in dediği gibi uzun süredir solun kendini var edebilme uğraşı içinde unuttuğu stratejik sorunu yeniden gündemleştirmek zorundayız. Diğer türlüsü, bir nevi hilali ahmer cemiyeti solcuğu olan ve sendikal bürokrasiyi ve reformizmi besleyen, ekonomizmden başka bir şey değildir.

Krizlerin isyanları büyüttüğü momentlerde, ekonomizmin komünistler için her daim anlamı devrimci müdahaleyi ıskartaya çıkartan tasfiyeciliği olmuştur. Halbuki bu tür istisnai momentlerde Lenin’in yaptığı gibi devrim denilen mucizeyi nasıl ortaya çıkaracağımız önemlidir. Diğer türlü, Arap Baharı ve Occupy-Indignados momentlerinin çarçur edilmesi sonrası yaşandığı gibi IŞİD ve neo-faşist Trumpgiller galebe çalacaktır. Daha iyimser bir senaryoysa yeni bir Weimar Cumhuriyeti’nin ya da refah toplumunun kurulmasıdır. İşçilerin bir süreliğine karnını doyuracak, tatil yapacak ve geleceğin ücretli kölerini daha iyi koşullarda büyütebileceği kazanımlar elde edilmiş, sendikalar üye sayısını arttırmış olacaktır. Fakat proleter devrim açısından tren kaçmış, bir kaç “fanatik” dışında kadroların çoğunluğunun yakıcı bir gündemi olmaktan çıkmıştır. Onlardan bir kaçı sendika uzmanı yapılır, bir kaçına da bürokrasi katlarına çıkma olanakları sunulur ve kapitalist gündeliklik veyahut sermaye ilişkisinin temerküzü bir şekilde devam eder. Bu söylediklerimin en iyi çıktısı, 1950-60'lar Avrupası'nda sosyalist-komünist partilerin sendikalar ve işçilerle, daha derindeyse Keynesçi sınıf uzlaşmacılığıyla objektif ilişkisi olmuştu. Düzenli sigortalı işlerde çalışanların refahını arttırmış bu sınıf uzlaşmacılığının özgürlük ve eşitliğe düşman olduğunu 1968 hareketinin zaten faş ettiğini unutmayalım. Günümüz kriz koşullarında bu derelerde bir daha yıkanma şansımız zaten yok da yine de insan bahsettiğim müreffeh geçmişin “kazanımlarından” beslenen bu sendikalist ve ekonomist eğilimlere karşı uyarılarda bulunmadan edemiyor.

YILDIZ TAR’IN TİP KONGRESİ İZLENİMLERİ VE SENDİKALAR MESELESİ

TİP’in Konferans süreci pazar günü yaptığı Kongre’yle tamamladı. Son yıllarda neo-liberal İslamcılarla ırkçı-devletçi çetelerin oluşturduğu Saray blokunun tek adam rejimi inşa etmek için yıllardır kırmaya çalıştığı toplumsal irade ve umudu yeşertip, büyüten TİP’e ve partiyi bugünlere taşıyanlara, ona yeni kan olmak için saflara katılanlara ve Türkiye emekçi halklarına hayırlı olmasını diliyorum. Pazartesi günü TİP’in bir gün önceki Müdahale Kongresi’yle ilgili Yıldız Tar’ın izlenimlerini okudum. Bu neşeli ve dikkatli yazıyı tüm İleri Haber okurlarına tavsiye ederim. Tar’ın yazısı izlenim tarzının akıcılığıyla bir solukta zevkle okunuyor. Bununla birlikte, yazıdaki şu çok isabetli şerhi son iki haftadaki direnişlere dair izlenimlerle birleştirerek tartışmanın anlamlı olduğunu düşünüyorum.

“Kadıgil’in özgüveni ve partinin örgütlendiği kesimin ötesine de seslenen tarzı ile Baş’ın parti kitlesinde yarattığı inanç ve irade ile herkese sorumluluk yüklemesi kitle partisine geçişin izleri olarak okunabilir. Ancak, TİP’in siyasette tutacağı hatta dair gerçekçi bir öngörüde bulunmak için çok erken. İşçi direnişleri içerisinden örgütlenmeye gayret eden, işçi direnişlerinin siyaset alanındaki temsiline aday olan bir partinin; senelerdir atıl kalmaktan köhneleşmiş sendikal bürokrasi, sendikalar içerisindeki sol hizipçilik anlayışı, senin grevin benim grevim diye sınıfı bölmekten başka bir işlevi olmayan dar grupçulukları nasıl aşacağını görmeyi açıkçası büyük bir heyecanla bekliyorum. Her ne kadar Baş, “Biz solculara solculuk yapmayacağız” dese de solun yenilgilerinden güçlenen parti ve sendika bürokrasileri bir bataklık gibi köşede bekliyor. Bürokrasi her tökezlemede ipi eline alan bir mekanizma ve önünü önden kesmedikçe derinlerde palazlanmaya devam eden bir mesele.”

Tar’ın sendikal bürokrasiyle ilişkiden başlayarak işaret ettiği bütün sorunlara karşı TİP’in uyanık ve cüretkar olması gerekiyor. “Sendikacı” deyince işçilerin aklına çoğu zaman, sendikanın yönetiminde kalmayı tek amaç edinmiş, bunun için patron da dahil herkesle iş birliği yapabilen, birçok durumda işçiden mi patrondan ve yasalardan mı yana olduğu anlaşılamayan güvenilmez insanların şahsında somutlaşan bir insan tipinin belirmesinin haksız ve mesnetsiz olduğunu kim söyleyebilir ki? Tarihsel miras ve güncel söylemleri açısından diğerlerinden biraz farklı bir noktaya yerleştirmemiz gerekse de DİSK’i bunlardan azade tutmak topu taça atmaktan başka bir anlam taşımıyor. Metal işçilerinin toplu sözleşme sürecinin Türk Metal tarafından bağıtlanmasına üyelerinin fabrika işgaline varan karşı çıkışlarını, “ne yapalım, metal sektöründe toplu sözleşme rejimi böyle” diyerek kapatan anlayış, 2015’te Bursa’da binlerce işçi Türk Metal’den istifa edip, kendisine yönelince mütereddit tutumlarıyla, bu yeni üyeleri kısa sürede kendisinden uzaklaştırmayı becermişti. Bunlar işçi hareketini takip eden herkesin bildiği sırlar.

Hakim sendikal pratik işçi hareketinin on yıllara yayılan krizinin başlıca sorumlularından biridir. Yönetimlerin aşağıdan gelen bir işçi iradesiyle değil, yönetimlerin önerdiği-kolladığı delegelerle şekillendiği, bir koltuğa seçilenlerin de daha yukarıdakine oturmayacaksa oradan kalkmadığı, fiili meşru direniş gündeme geldiğinde, önce kendi iktidarıyla sendikanın mevcut işleyişini korumayı, sonra yasal-kurumsal çerçeveyi esas alan bu sendikal düzenden kolay bir çıkış yok. Sendikal bürokrasinin belli bir gücü ve görünürlüğü olan sol parti ve gruplara dönük koltuk vererek, uzman biçiminde istihdam ederek ya da gazetesini, dergisini, konser-etkinlik bileti alarak enterne etme ve manipülasyonlarına karşı bugün her zamankinden daha dikkatli olunmalıdır.

Peki işçi-emekçilerle omuz omuza durmaya çalışanlar, direnişçi işçilere bürokratikleşmiş işçi sendikaları dışında bir adres ya da onlara karar süreçlerine katılıp, iradelerini yansıtabilecekleri farklı bir işçi örgütlenmesi yordamı tarif etmenin zamanı geldi diye düşünüyorum. Bugünün Türkiyesi’nde sendika formunun iyice kemikleşmiş sorunlarını aşıp aşamayacağımız konusunda derin şüphelerim var. Belki de bu tarihsel olarak aşılması gereken varoluşsal yetersizliklerle malul bir örgütlenme formu. Bu derin tartışmanın yeri burası değil elbette ama eğer gerçekten kendimizi Kamil Kartal gibi işçi önderlerinin yoldaşları kabul ediyorsak, tarihi miras diye sahiplendiğimiz sendikaları ellerinde tutanların fiili-meşru bir sınıf sendikacılığından uzak olduklarını görmezden gelmeyi de artık bir kenara bırakmalıyız.