Depremin devasa kentkırıma dönüşmesinin sorumluları

Son söz, betonu, rantı, mülkü değil, kentleri, doğayı, insanı sevin!

Hayatını kaybeden sayısı açısından ülke tarihinin en büyük depremini yaşadık. İki haftadır da onun peşinden ortaya çıkan vahim tablonun gerçekleriyle yatıp kalkıyoruz. Malatya-Elazığ’dan Hatay’a, Suriye-Lübnan’a uzanan geniş bir bölgeyi sarsan depremin iki üç yılda bir güncellenen deprem deneyimlerine, uyarılara, sözde hazırlıklara rağmen bu düzeyde bir sosyal ve fiziksel felakete dönüşmüş olması elbette içinden çıkamadığımız neoliberal otoriterlikle alakalı olduğunu okurlarımın çoğunun bildiğini varsayıyorum. Fark ettiğiniz üzere, önceki iki yazımda ele aldığım ve ummadığım kişilerden olumlu geri dönüşler aldığım strateji tartışmasına bir kaç hafta ara verip, bu tartışmanın bütün düzlemlerinde değişiklik yaratacak denli büyük bir olay olan deprem felaketi hakkında yazacağım. Yarım kalan strateji tartışmasını ise ileride tamamına erdirmeyi umuyorum.

BAŞ SORUMLU: AZGIN NEOLİBERALLERİN SARAY REJİMİ

Eldeki o kadar olanaklara ve bilgiye rağmen, sosyo-ekonomik sisteme yani Erdoğan’ın despotizme yönelerek sürdürdüğü bir kuralsız-sınırsız sömürü-el koyma-servet aktarımı ütopyasına, Saray Rejimi neoliberalizmine ilişkin üst üste binmiş yanlışlar, ihmaller, kusurlar yüzünden devasa bir insan-kırım ve kent-kırıma dönüşmüş bir deprem vakasıyla karşı karşıyayız. Doğal biçimde başlasa da Türkiye kapitalizminin Erdoğancı biçimi, onun neoliberal öznelere dönüştürdüğü insanlardan müteşekkil sosyal formasyon eliyle devasa boyutlara çıkartılmış bir felaketle karşı karşıyayız. 

Sonucun böyle olmasını engelleyebilecek bilgi, teknik ve maddi kaynağa, insan malzemesine sahip olup da 20 yıldır kentsel rantları büyüterek daha fazla zenginleşme hırsı yüzünden, ülkeyi şantiyeye çevirip çarpık ve denetimsiz bir yapılaşmayı teşvik eden mevcut iktidara son verene, ondan hesap sorana kadar içimizdeki öfke dinmemeli. Bu öfkenin yakıcılığını yitirmeye başladığını hissettiğinizde arama-kurtarma çalışmalarının ilk iki gün bilinçli biçimde fiilen başlamamış, kurtarılabilecek binlerce insanın ilk iki gün enkaz altında soğuktan can verdiklerini hatırlayın. Bunun nedeni ne olabilir sorusu üzerine düşündükçe, yabana atılmayacak şöyle bir açıklama geliyor. Erdoğan’ın başında olduğu azgın neoliberaller diktasının, kurtarılacakların sonrasındaki hastalık ve sakatlıklarına ilişkin bakım faaliyetlerinin devlet bütçesine getireceği maddi ve sosyal maliyetlerinden sakınmak adına depremin ilk saatlerde on binlerce insanı ölüme terk etme yönünde bir karar vermiş olma olasılığını yabana atmamak gerekir.   

ERDOĞAN’IN BURJUVAZİYİ SERVETİNİ GAYRİMENKULLEŞTİRMEYE YÖNLENDİREN POLİTİKASI

Erdoğan’ın 2004 yerel seçimlerinin ardından aşama aşama tırmandırdığı sermayenin kentleşmesi ve gayrimenkulleştirilmesine, bu çerçevede kentsel rantların arttırılmasına dönük politika yaşanan devasa felaketin başlıca sorumlusudur. 2009 yerel seçimleri sırasında iktidar konut üretiminde yıllık hedefin 400 bin konut olduğunu açıkladığında Mersin Üniversitesi’ndeki kentleşmeci ekip olarak çok şaşırdığımızı hatırlıyorum. O anda kentsel dönüşümün yeni bir evresine giriliyordu. Fakat sonrasında gördük ki, 2016-2017’de bir milyonun üzerinde haneye ruhsat verir duruma gelmiş. Sonrasında bu rakamlar 550 bin-700 bin arasında dalgalandı. Ülkeyi koca bir şantiyeye çeviren otoyollar, köprüler, tüneller, viyadükler, şehir hastaneleri, üniversite binaları derken ülke büyük bir şantiyeye döndü. Çoğu il büyükşehire, köyler-beldeler mahalleye dönüştü.

Rakamların diğer yüzünde, konut satın almadaki devasa eşitsizlik olduğu görülüyor. Konutun orta ve büyük burjuvazi için zenginliklerini koruyup, ülkedeki zenginliklerden daha fazla nemalanmanın en önemli aracına dönüşmüştür. Üretilen her 7 evden yalnızca biri, ilk kez eve çıkan ya da evlenenler tarafından satın alınırken, gerisini halihazırda evi olanlar almıştı. Geçen mayısta bu köşedeki “Orta Sınıf” Tartışmalarının Kayıp Halkası: Orta Burjuvazi başlıklı yazımda bunu şu satırlarla anlatmıştım:

“AKP’nin inşaata dayalı kalkınması yalnızca yandaş inşaat malzemesi firmalarına, müteahhitlere, konut kredisi veren bankalara, sigorta şirketlerine, emlakçılara değil, bir de bu gayrimenkul sahiplerine servet transferi anlamına gelmektedir. Örneğin 2008-2014 Arasında satılan 5 milyon 321 bin konutun, sadece 1 milyon 979 bini yeni ev sahibi olanlara satılmıştır. Geri kalanı mülk sahiplerinin servetlerini korumak için ucuz krediyle satın aldığı ve fiyatların spekülatif biçimde artmasına yol açan ek konutlardır. Yeni ev sahibi olanların sayısının dramatik biçimde düştüğü 2015-2021 arasında ise satılan konut sayısı 8 milyon 263 bine fırlamıştır. Yani, evlilik, yeni eve çıkma gibi faktörlerle kurulan yeni haneler için satılanın 6,74 katı rant için alınıp-satılmıştır. Aynı dönemde konut sahipliği oranı da yüzde 61,1’den, yüzde 57,8’e düşmüş, kiracıların oranında da 4 puanlık bir artış yaşanmıştır. Bu değişimin büyükşehirlerde çok daha dramatik olduğu tahmin edilebilir. Bunun sonucunda, İstanbul’da ortalama daire fiyatı 1 milyon 452 bin TL’ye çıkarken, bankaların verdiği ucuz konut kredilerini kullanmak evine çift maaş giren hanehalkları için bile imkansız hale gelmiştir.” Son cümledeki konut fiyatının bugün 2 milyon 250 bine dayandığı büyük emlak sitelerinin raporlarından görülebilir.

ERDOĞAN’IN İMAR POLİTİKALARININ KAZANANLARI

İktidarın burada belli burjuva fraksiyonlarının lehine halkın yüzde 80’inin aleyhine bilinçli bir servet transferi politikası izlediğini görmek gerekiyor. İnşaat ve konut sektörleri dolayımından İslami sermaye, tarikatlar ve parti alanındaki orta-küçük burjuva kesimler ciddi oranda “kalkındırılmıştır”. Son yıllarda ülkeyi derin bir ekonomik ve sosyal krize sokan para politikasının kaynağı da bu sınıfsal tercihte, burjuva fraksiyonlar arasındaki bir sınıf mücadelesinin saray rejimi tarafından bu şekilde yönlendiriliyor olmasıydı. Orta burjuvaziyle ilgili yukarıda andığım yazıdaki şu kısım da yaşanan mücadeleye ışık tutacaktır:

“Fırıncısından, hırdavatçısına, polis amirinden mali müşavirine birçok farklı mikro işletmeci ve meslek mensubunun 2010’lara doğru aynı zamanda müteahhitliğe, gayri-menkul projelerine, inşaat malzemeleri perakendeciliğine girdiği görüldü. Pek çok kentte Başakşehir, Çukurambar, Antepia gibi İslamcı burjuva gettolarının daha da gelişmesini sağlayan bu süreçte, laik orta burjuvalarsa; önceki dönemlerde küpünü doldurmuşlarla (ki AKP öncesinde onların oturdukları mahallelerden ağırlıkla, ANAP-DYP gibi merkez sağ partilere oy çıkardı), 1990’lardan beri CHP’li il-ilçe belediyeleriyle iş yapan müteahhit ve taşeronların dışında, sayısal anlamda çok daha büyük bir grubu oluşturan büro-yazıhane-muayene sahibi doktor-avukat-mimar-mühendis-muhasebeci, vb. meslek sahiplerinden mürekkeptir. Bu meslek sahiplerinin 60 yaş-üstü kuşağın hatırı sayılır bir kısmı bu gruba girer.”

Faizlerin enflasyondan düşük tutulmasıyla, konut kredi faizlerinin istikrarlı biçimde aşağıya çekilmesi, 2018-2021 arasında Türk Lirasını değersizleştirirken enflasyonu tetikledi. Son iki yıldır döviz kurlarındaki artışı baskılamak için uygulanan politikalarsa, bir yandan hiper enflasyona, bir yandan da gayrimenkul fiyatlarıyla kiralarda rekor düzeydeki artışlara yol açtı. En sonunda, ülkeyi ekonomik bir krize, hiper enflasyona itme pahasına, kentsel rantlara abanarak kendi iktidar alanındaki orta burjuvaziyi “kalkındırma” politikası, ilk adımları RP’nin 1994’te belediyeleri ele geçirmesiyle başlayan, 2004’ten sonra TOKİ-kentsel dönüşümle boyutlanan, saray rejimine geçişle doruğuna çıkan bir seyir izledi. Adana dışarıda tutulursa, depremde yıkılan şehirlerdeki yapı stokunun yarısından fazlasını da bu süreçlerde yapılan binalar oluşturdu.

ÇUVALDIZI İKTİDARA BATIRIRKEN ARDINDAKİ SERMAYE MANTIĞINI GÖZDEN KAÇIRMAMALI

Bülent Batuman’ın Gazete Duvar’daki yazısında dediği gibi çuvaldızı (AKP/Saray) iktidar(ın)a batırırken iğneyi kentsel dönüşümden sağlanan ranttan pay almak için bu çarkın içinde yer almış tüm aktörlere (müteahhitler, belediye başkanları, belediye meclisleri, gayrimenkul sahipleri) batırmak, ama orada da durmamak onları güdüleyen temel faktör olan sermaye birikim modelini hedefe koymak gerekiyor. Yani, eleştirel popülist bir çizgiden sosyalist siyasete geçiş ancak, neoliberal kapitalizmin mantığıyla şekillenen kentsel politikaları teşhir edip, ona karşı bütünsel bir sosyalist alternatif ortaya koymaktan geçiyor. Bu yapılmadığı sürece getirilen eleştirilerle, canla başla  verilen mücadelelerin sermaye ilişkisinin her şekle girebilen akışkanlıkları, kapitalist gündelikliğin her yönden kuşatan rutinleri içinde çok da fark edilmeden soğurulmaya yazgılı olduğu bilgisini devrimci sosyalistler artık ezberlemiş olmalıdır.

Kısaca söz konusu birikim modelini açıklayayım. Tekelci sermayenin 1970’lerin krizi koşullarında Keynesçi politikalara karşı geliştirdiği neoliberalizmin pek çok boyutu var ama burada önemli nokta finansallaşmanın bazen doğrusal bazen sıçramalı biçimde sürmesidir. Finans sektörü ve varlık fonları bu sürecin merkez üssüyken, gayrimenkulleştirme ve sermayenin kentsel rant alanlarına yönelmesi, 1850’lerden beri, Louis Bonaparte diktası altındaki Fransa’dan başlayarak merkez kapitalist ülkelerde çeşitli dönemlerde sermaye birikiminin topyekün değersizleşmesinin önüne geçip, krizlerin etkisini hafifleten önemli bir sermaye çevrimi düzlemi oldu.

Marksist kentleşme yazınının temellerini kuran Henri Lefebvre’nin dediği gibi sermayenin 20. yüzyılı görebilmesi kentin bu özelliğini keşfetmesiyle mümkün olmuştur. Hatta 21. yüzyılda insanlığı yokoluşun eşiğine getirebilecek kadar varlığını sürdürebilmesi de sermayeyi topyekün değersizleşmeden kurtaran bir soğurulma alanı işlevi görmesi sayesindedir. Hatta, global kapitalizmin işleyişi içinde finans kapitalin dolaşım çevrimleri içindeki hareketi daha da çelişkili bir bütünsellik arz etmiştir.

Bunun en güzel ifadesini, olay coğrafi eşitsiz gelişme boyutunda nasıl karmaşıklaştığında görüyoruz: ABD’de 2008’de bu gayrimenkulleşmenin yolu olan mortgage sisteminin tıkanması yüzünden İngiltere, İspanya, Yunanistan, İtalya, Dubai’ye sıçrayarak dünyayı sarsan bir kriz yaşanırken, buradan çıkan finans kapital Çin’den başlayıp, BRICS ülkelerine yayılan devasa bir kentleşme dalgasını tetiklemiştir. Kentsel nüfusun tarihte ilk kez kırsal olanı geçtiği an da 2010 sonrasıdır. Bu kentleşmenin zaten gündemde olan ekolojik eşikleri ne ölçüde yıkıp geçtiğini, sık aralıklarla görülen pandeminin 6 ay bütün dünyayı esir aldığı anda daha açık gördük. Fakat neoliberal mantığı dayatan sınıfsal egemenlik yapısı değişmediği için bu krizi aşmak için piyasaya sürülen parasal varlıklar yüzünden konut ve kira fiyatlarındaki devasa artışlar yüzünden mülk geliriyle geçinenler dışındaki ücretli, küçük burjuva, küçük köylü kesimler, Kuzey’den Güney’e dünya çapında bir yoksullaşma yaşamıştır.

ARA SONUÇ

Bitirirken üç bilginin altını çizmek istiyorum. İmar Planı yapma yetkisinin ilgili bakanlıktan belediyelere devredildiği ve çok katlı yapılaşmalara dönük ilk imar affının yapıldığı Özal’lı 1980’lerden beri ülkede döne döne gündeme gelen, neoliberal sermayenin kentleşmesi ve gayrimenkulleşmesi politikalarından vazgeçilmelidir. Saray rejiminin kuruluşundan beri gayrimenkul ve kira fiyatlarındaki artış oranları bakımından dünyada liderliği elinde bulunduran ve nüfusunun yüzde 70’inin deprem riski altındaki yerleşim yerlerinde barındığı Türkiye’de, 1999 Kocaeli depreminin yıkıntıları üzerine kurulan, AKP iktidarı insanların kuralsız ve denetimsiz bir rant hırsıyla yapılmış pahalı evlerin enkazı altında kalmasının somut ve net sorumlusudur. Arama kurtarma çalışmaları eldeki tüm olanaklara rağmen bilinçli biçimde iki gün gecikmeli başlatıldığı için binlerce insan, bilinçli bir ihmal sonucu hayatlarını kaybetti. Bu taamüden katliamın siyasi gündemden düşürülmemesi gerekir.

Son söz, betonu, rantı, mülkü değil, kentleri, doğayı, insanı sevin! Elbette günümüz dünyasında inşa edilecek en sevilesi kentler, ancak ve sadece; insanların barınma sorunu yaşamadan, sokaklarında özgürce dolaşıp, tarihi katmanlarını, farklı güzelliklerini sevdikleriyle kol kola seyrettiği, temiz hava teneffüs ettiği, spor yaptığı, doğayla, hayvanlarla ve kırsal üretimle uyumlu, en güneşli yerlerinde akşam üstü birası yudumladığı, büyük sofralar etrafında şarkılar söylediği, içtiği, dans ettiği sosyalist mekanlar olabilir. Birkaç gün içinde hazır hale gelecek yazımda, deprem sonrasında bir anda çığ gibi büyüyen dayanışma seferberliği Antakya, Samandağ, Malatya gibi belli yerelliklerde bir sosyalist yeniden inşa praksisi olarak nasıl sürdürülebilir sorusunu yanıtlamaya çalışacağım.