On binlerle ölmemek için sosyalizm ve yeniden inşa önerileri

19 Ağustos (1999)’tan bugüne, depremlerin ardında bıraktığı devasa yıkım ve kırım tablosunda esaslı bir değişiklik olmaması, aksine kayıplar tablosunun daha da ağırlaşmış olması, deprem ülkesi Türkiye’de, sosyalizmin sadece hayatta kalmak için bile zorunlu ihtiyaç haline geldiğini gösteriyor.

İlgili kamu kurumlarının son yıllarda hazırladığı raporlarda 6 Şubat depreminin yaşandığı fay hattında, yakın bir vadede, 7,5 şiddetinde bir deprem olacağı, gerekli önlemler alınmadığında kaç binanın çöküp, kaç kişinin öleceği tahmin edildiğinden afetten sonra bir çoğumuzun bilgisi oldu. Bu kadar ayrıntılı, değerlendirme-projeksiyon ve uyarılara rağmen, Maraş, Adıyaman, Antakya, Malatya kent merkezlerinin neredeyse haritadan silinmiş, Osmaniye ve Antep ağır hasar görmüş, adı geçen kentlerin pek çok ilçesi (Samandağ, İskenderun, Elbistan, Pazarcık, Gölbaşı, İslahiye, Nurdağı) yerle yeksan olmuş olması devasa bir ihmalin başka bir göstergesidir. Sonucun böyle akıl almaz büyüklükte bir insan ve kentkırımı olmasının baş sorumlusu ve onun suç ortaklarının kimler olduğunu geçen yazımda anlatmıştım. Bu yazıda, depremlerin siyasi durum ve güç dengelerinde yarattığı değişimi anlatarak başlayıp, yaşanan yıkımın deprem ülkesi Türkiye’nin sosyalizme ihtiyacını berrak ve yakıcı biçimde ortaya koyduğunu anlatmaya çalışacağım.

ÜLKE KURAK GÜNLER’İN SON SAHNESİNDE KALMIŞ GİBİ

Siyasi durum açısından ülke Kurak Günler filminin son sahnesinde kalmış gibi gözüküyor. Yanlış politikalarla kuraklığa neden olup, sonra ona çözüm olarak yeraltı sularını toplayıp, konteynerla dağıtma çözümü geliştiren, bununla o yerleşim yerindeki evleri yutmaya başlayan dev obruklara yol açan yerel bir iktidarın, haksız, kuralsız ve keyfi biçimde hüküm sürdüğü bir kasabada geçer. Kasabaya obrukları araştırsın diye yollanan savcı ve onunla bir şekilde yakınlaşan muhalif gazeteci, halk çoğunluğunu sağ popülist söylemlerle kendine bağlamış egemenlerinin, yeni seçim zaferlerinin ertesinde savcının evinde linç edilmekten zor kurtulup, arabayla kaçarlar. Fakat yolları domuz avından dönen belediye başkanı, oğlu ve adamlarıyla kesişir. Avcılar iki kişiyi önüne katmış kovalamaktadır. Tam avlarına yetişmek üzereyken, birdenbire iki grup arasında derin bir obruk oluşur. Avcılar aralarından derin obruğa düşenler olup olmadığını kontrol ederken, kamera avlara döner ve onların soluk soluğa kalmış ama rahatlamış yüz ifadeleriyle film sona erer.

İktidarın seçimlere doğru muhalefeti atalet içinde bırakıp, her kesime kesenin ağzını açarak, oylarını arttırmaya başladığı bir sürece girilmişken, yaşanan depremler bugüne kadar yarattığı rant odaklı çarpık kentleşmeyle birleşip ülke tarihinin en büyük felaketine yol açtı. Seçim zaferinden sonra muhaliflere dönük sürek avı beklentisini de düşününce, karşımızda saray iktidarının Kurak Günler’deki avcıların önünde dev bir obruk çöküntüsü oluşmasının yarattığı şoka benzer bir tablo canlanıyor.  Seçimler ve sonrasında muhaliflerin canına okuyacaklardı ama çoğunluğu yüzde 70-80 oranında saray bloku partilerine oy veren kentlerin yerle yeksan olmasından sonra, Erdoğan ve rejim güçlerinin deprem enkazının etrafından dolaşıp, muhalifleri derdest etme politikasına devam etmeyeceğini de söyleyemeyiz. Seçimlerin bir yıl ertelenmesi önerisi bu doğrultuda bir zemin yoklamasıydı. Bununla birlikte, bunca yıkım ve arama-kurtarma rezaletiyle binlerce kişinin ölümünün yarattığı yıpranmışlık ortamında, yıkıntılar arasında devletin koordinasyon kriziyle, sosyalist güçlerin canla başla yürüttüğü dayanışma seferberliği de sürerken, muhalefetin geneliyle çatışmaya girmesi zor gözüküyor. Yeni hamlelerinin ne olacağını önümüzdeki 10 gün içinde göreceğiz. 

DEPREM ÜLKESİ TÜRKİYE’DE KENTSEL DÜZEN

Ülke şehirlerinin meydanlarına üzerinde “Depremde Ölmemek İçin Sosyalizm” sözünün olduğu devasa pankartlar assak, muhtemelen insanların önemli bir kısmı görmezden gelir, bir kısım ergen sosyal medyada dalga konusu yapmaya çalışır herhalde. Halbuki, bu deprem riski altındaki ülke topraklarında, sosyo-ekonomik yapı kapitalizm dairesinde işlemeye devam ettiği sürece, hiçbir düzen partisinin, afeti kent/halk-kırımına dönüştüren egemen kentleşme eğilimlerinden (sermayenin kentleşmesi, kentsel rant spekülasyonu, gayrimenkullere zenginliğin korunma aracı gözüyle bakılması gibi) vazgeçmesinin olanağı da bulunmuyor. Bu eğilimleri engellemek bir yana dizginleyecek bütünsel bir imar-arsa-planlama politikaları olduğunu da kimse söyleyemez. Bunun gereği olan; deprem gerçeklerini dikkate alan, bilimsel bir imar-yapı denetimini, imar planlarının belediye meclis kararlarıyla delik deşik edilmeyeceğini, konut ve işyerlerinin kullanım değerini gözeten, herkesin depreme dayanıklı-erişilebilir-nitelikli konutlarda barınmasını vaat eden bir düzen partisi gösterebilir misiniz? Gösteremediğimiz için başını sokabileceği tek bir evi olanı bile rant kollayıcı kılan, semtine göre yapılan bir çocuk parkının değerini arttırdığını veya azalttığını düşünmeye iten bir çark dönüyor. Bir doğal afetten diğerine yaşadığımız yıkımları katmerleyerek dönmeye devam eden bu çarkı kıracak köklü bir kopuşa ihtiyacımız var.

Dünyada deprem gerçeğiyle kentlerini ve konut politikalarını belirleyen Japonya, Şili gibi ülkeler olduğu söylenebilir. Türkiye’nin 1999 ve sonrasındaki pek çok acı deneyime rağmen, onlar gibi depreme dayanıklı yerleşimler üretememesinin nedenini, arsa/rant spekülasyonunun 1980’lerin ortasından beri, 1989-2004 arası dönemde hızı düşse de iki dalga halinde kentlerin sosyo-mekansal gelişiminin tam çekirdeğine yerleşmesinde aramak gerekiyor. Gayrimenkul e-ticaret portalı Gaboras’ın CEO’su Kurtuluş Altun’a göre 2013-2020 arasında Türkiye’deki gayrimenkul ticaretinin; 416 milyarı bilançolara yansımış (kayıtlı), gerisi kayıt dışı toplam büyüklüğü 1,2 trilyon dolar.

Arsa spekülasyonunun belirleyiciliğinin döne döne galebe çaldığı sermaye mantığı içinde kalındığı sürece, imar planlarına, depreme dayanıklı yapı standartlarına uygun yapılaşmanın güvenceye alınması mümkün gözükmüyor. Aynı şekilde, köklü bir değişim olmadıkça, inşaat-konut sektörlerinin belediye ve yerel siyasetteki gücüyle bütün plan, standart ve denetimleri geçersiz hale getiren basınç ve kararlarına engel olmak da olanak dışıdır. Düşünün 10 milyon TL’den 100 konutluk bir yapı blokunun fiyatı, pek çok belediyenin genel bütçe vergi gelirlerinden daha yüksek bir rakam tutuyor. Böyle bir ortamda, meclis üyelerinin çoğu inşaat sektöründen gelen belediye yönetimleri ne kadar deprem standartlarını gözetecek kararlar verebilir? Kente ve kent toprağına bakışta radikal bir değişiklik olmadıkça, yıkıcı depremlerden birkaç yıl sonra, yerel siyaset ve kentleşme-konut politikaları “Kurak Günler”deki kasaba politikacısının günü kurtarıp, kendi iktidarını güçlendirmeyi temel alan bilim-dışı, doğa-insan düşmanı, yoz mantığına yeniden boyun eğecektir.

HAYATTA KALABİLMEK İÇİN SOSYALİZMİN ZORUNLULUĞU

Başlık bir miktar Erkan Baş’ın “Yaşamak için Sosyalizm” kitabına gönderme yaptığı için, kitapta bunun gerekçelendirildiği bazı cümleleri yan yana koyarak şöyle bir girizgâh yapmak isterim. “Kapitalizm parayı merkeze koyan düzenin adı; sosyalizm ise insanı, insanın yaşamını, özgürlüğünü, mutluluğunu… (...) Bugüne kadar bütün konuşmalarımı (Yaşasın Sosyalizm) diye bitirirdim ama artık görüyorum ki yaşamak için sosyalizm şart zaten. Yaşamak için olduğu kadar, yakın geleceğimizi kurtarmak, bir ülkeyi yeniden kurmak için de sosyalizm!”

19 Ağustos (1999)’tan bugüne, depremlerin ardında bıraktığı devasa yıkım ve kırım tablosunda esaslı bir değişiklik olmaması, aksine kayıplar tablosunun daha da ağırlaşmış olması, deprem ülkesi Türkiye’de, sosyalizmin sadece hayatta kalmak için bile zorunlu ihtiyaç haline geldiğini gösteriyor. Sosyalizm dediğimizde, barınma ihtiyacının diğer birçok temel ihtiyaç gibi kâr güdüsüyle değil, kamusal ihtiyacın, kamusal hizmet kurumu tarafından, eşitlik ilkesi çerçevesinde herkes için karşılanması ön kabulüyle karşılandığı bir düzenden söz ediyorum.

Kente değişim değeri gözlüğüyle bakanların şekillendirdiği egemen kentsel politikalardan kurtuluş için sosyal demokrasinin 1990’ların ikinci yarısından beri sırtını döndüğü sosyal devlet, planlı kalkınma, piyasacılığa karşı devlet müdahaleciliğinden müteşekkil kamuculuğu önermekse yanlış bir ittifak siyaseti olacaktır. Düzeni teşhir, edip sosyalizmin zorunluluğundan bahsetmek varken, ilk günden siyasal ittifak düzlemine hitap eden bir yaklaşımın en iyi halde çıkacağı yer, sosyalistlerin önemli bir kısmının belediye bürokrasisi ve meclisi içinde eriyeceği İBB deneyimi olacaktır. Sahip olduğu tüm halkçı demokratik yanlar, aşağıdan yukarıdan saray rejimi güçleri tarafından kuşatılmış olmasından kaynaklanan, bunların dışında İstanbul’da hat safhaya çıkmış emlak kiralarını aşağıya çekecek ve barınma sorununa dair kapsamlı bir çözüm önerisi olmayan yerel burjuva iktidarı olacağını görmek gerekir.

Depreme dirençli ve herkes için erişilebilir konutlarda yaşayabilmek için arsa ve konut üretim ve fiyatlandırmasını rantsal spekülasyonun konusu olmaktan çıkaracak politikalar izleyecek sosyalist bir iktidara ihtiyacımız var. Bunun için de sosyalist eleştiri, ilke ve politikaları; gerçekliğin anti-kapitalist açıklaması ve eşitlikçi-özgürlükçü bir topluma yürüyüşün programı olarak, eskisinden daha zengin bir içerikle (kadın özgürlükçü, ekolojist, müşterekleşmeci, özyönetimci vb.) yüksek sesle, tekrar tekrar dillendirmeliyiz. Siyaset filozofu dostum Duygu Türk’ün dediği gibi, ülkeyi düze çıkarmak, İstanbul ve diğer pek çok depremler kapıdayken 100 binlerce insanın ölmemesi, sakat kalmaması yani sağlıklı biçimde hayatta kalabilmesi ve eğreti değil, demokratik bir kamusallığın haysiyet sahibi üyelerine dönüşmesi için su katılmamış bir sosyalist iktidara ihtiyaç var.

Sosyalist perspektifi kentsel politikalar alanına uyarlarken, kiracıları, kirasını zar-zor ödeyenleri, ödeyemediği için ebeveynlerinin evine dönenleri, dayakçı kocasıyla yaşamak, hatta sevmediği akrabalarıyla aynı evlerde oturmak zorunda kalanları, bütün hayatını başını sokacak bir ev sahibi olmak için ipotek altına sokmuş ücretlileri yani yoksullaşan-mülksüzleşen geniş emekçi-küçük burjuva katmanları egemen kentsel rant oyununun (ve onun öznelerinin) karşısına dikilen barınma hakkı temelli kentsel mücadelelerin öznelerine dönüştürmek kritik önemdedir.

DAYANIŞMAYLA SOSYALİST YENİDEN İNŞA

“Yaşamak için olduğu kadar, yakın geleceğimizi kurtarmak, bir ülkeyi yeniden kurmak için de sosyalizm!” Baş’ın alıntıladığımız cümlelerini yaşadığımız olaya uyarlarsak devam edersek, deprem bu topraklarda hayatta kalmak için sosyalizmin bir zorunluluk olduğunu haykırırken, sonrasında çığ gibi büyüyen yardım ve dayanışma faaliyetleri bir başka gerçeği de gösterdi. Depremin kayıpları, yıkımı baş etmek ve malını mülkünü kaybedip, çırılçıplak kalakaldığında zorunlu ihtiyaçlarını karşılayabilmek sosyalizmle daha olanaklı.

Tıpkı 19 Ağustos depreminde olduğu gibi deprem sonrasında dayanışma seferberliğinin bir anda çığ gibi büyüdüğünü gördük. Bunun ilk gün devletin arama-kurtarma çalışmalarındaki hantallığını görüp, depremzedelere karşı kamusal hizmet sorumluluklarını yerine getirmeyeceğini kavramayla ilgili bir boyutu var. Devlet zor ve hizmet kurumları, bürokrasisi, memurlarıyla bir sınıflı/kapitalist formasyonunun sosyal yeniden üretimini sağlayan güvenlik ve kamusal hizmetlerle cisimleşen bir toplumsal ilişki olmasının yanında, söylemsel bir inşa da olduğu için bu tür felaket ve kriz anlarında kamusal kapasitesinin zayıflığının yurttaşların gözü önüne serildiği de bir yapı. Bu anlamda “devlet nerede” derken bir yandan da her gün yüceliğinden bahsettiğiniz devlet niye sadece söylemde kalıyor da demiş oluyor. Dayanışma öyle büyük boyuttaydı ki, insanlar dar gelirleriyle anlamlı birtakım malzemeler almak için çarşılara, marketlere koştuğunda üçüncü gün battaniye, uyku tulumu gibi eşyalar bulamadılar. Deprem enkazı altında kalan, dışarıdan siyasi tavizlerle sağlanan döviz girişleriyle ayakta kalabilen saray rejimi, sıfırı tüketmiş gözüküyor. Yerli ve milli otomobilin piyasaya sürüleceği, uzaya sert iniş yapılacağı günlerden, Valiliklerin dernek ve vakıflara yazılar yollayıp deprem bölgesinde ihtiyaç duyulan ve AFAD üzerinden dağıtılacak malzeme listeleri yolladığı günlere gelmiş bulunuyoruz. Saray rejiminin gündemi artık becerebilirse seçimleri ertelemek ya da bir süre seçime ihtiyaç duymayacağı yeni bir OHAL rejimine geçmek gibi gözüküyor. Şu andan itibaren önümüzdeki haftalar çok şeye gebe, oldukça dikkatli biçimde takip etmeli, muhalefet tüm unsurlarıyla toplu bir duruş sergileyip, iktidarın manevralarına politik olarak karşılıklar verebilirse, saraydaki şahsın aday bile olmaması gündeme gelecektir.

Levent Dölek’in “Deprem Komünizmi”, Sedat Yılmaz’ın “Toplumsal Yeniden İnşa İçin Amed Deneyimi” yazılarında; Antakya’dan Diyarbakır’a paranın geçmediği, alınıp-verilip toplanmasından, hazırlanıp dağıtılmasına herkesin olanaklarının üstünde katkılarıyla büyüyen ortak zenginlikten herkesin ihtiyacı kadar aldığı dev komünler yaratıldığını gördük. Yıkılan bina sayısının 175 olduğu Diyarbakır’da 84 STK’nın oluşturduğu Kent Koruma ve Dayanışma Platformu bünyesinde oluşturulan kriz masasının ilk üç günde kentte işleyen bir dayanışma mekanizması kurarak barınma, beslenme sorunlarına acil-geçici çözümler geliştirmesi dikkate değerdir. Söz konusu dayanışma platformunun sonrasında Adıyaman, Urfa, Pazarcık gibi yerlere yardım eli uzatabilmiş olması da dikkat çekicidir.

MÜŞTEREKLEŞME ÖLÇEĞİ SÜREKLİ GENİŞLEMELİ

Başta TİP olmak üzere, farklı sosyalist, devrimci, demokrat yapılar Antakya, Samandağ, Pazarcık, Adıyaman, Malatya gibi az çok sosyal bağları olan yerelliklerde dikkat değer dayanışma faaliyetleri yürütüyorlar. TİP’in ilk günden itibaren kurduğu merkezi ve yerel ölçekli kriz koordinasyon merkezleriyle yurtiçi ve dışından, geçmişte çok farklı partilere destek vermiş insanlarının bağış ve yardımlarıyla topladıklarını düzenli, planlı ve insanüstü bir çabayla ihtiyaç sahiplerine ulaştırması, onun son dönemde aşama aşama yükselen ivmesini bir üst düzeye sıçratmış gözükmektedir.

Özellikle bu faaliyetlerin odağına dönüşmüş Antakya metropolünde Barış Atay’ın milletvekili seçilmesi sürecinden beri bir gücü olan parti, Defne Dostluk Parkı’ndaki kriz koordinasyon merkezinin yanındaki alana kurduğu konteyner kentle hem kendisine yüzünü dönmüş halk kesimlerine gurur kaynağı oldu, hem de diğer dayanışmalar için de örnek oluşturdu. Son 16 günün bütününe baktığımızda TİP’in, ilk günlerdeki atılganlığı, fedakarlığıyla elde ettiği ivmeyi sürdürüp, bir noktada bölgede parti formunun ötesine geçip, deprem bölgesindeki halkla parti üzerinden dayanışmak isteyen binlerce insan ve hizmete ihtiyaç duyanlarla iç içe geçip, her ikisiyle birlikte devinen bir halk hareketine dönüştüğü görüldü.

Bu göz kamaştırıcı tabloyu aklımızın bir köşesinde tutup, geçmiş deneyimlere bakacak olursak, ihtiyaç duyulan kamusal mal ve hizmetlerin eşitlikçi ve demokratik biçimde toplanıp, bölüşülmesi demek olan müşterekleşme faaliyetleri belli bir düzene girdikten bir süre sonra genişletilmeye ihtiyaç duyar. Bu bir eşikti. Bu eşiği aşamadığı durumda kendi kendini tekrar ederek, hali hazırda müşterekleşenler dışında kalanları kendisine yabancılaştırır ve uzun vadede rekabete yol açar. Bugünkü ölçeğin yıkık bir metropolün bütünü olduğunu düşünerek, dayanışma faaliyetleri ve bu faaliyetlerin sosyalist bir yeniden inşa iddiasına akıtılması noktasında hangi eşiğe gelindiğini sürekli tartmak gerekir. Kurulan merkezdeki dayanışma faaliyetinden yararlananların sayısını arttıramadığını; yeni kurulan sosyal ilişkileri yeterince politikleştiremediğini, faaliyetlerinin devletin kamusal ve politik sorumluluklarının üzerini örten yardımlar işlevi görmeye başladığını fark ettiği eşiklerde, politik öznenin yaptığı işin ölçeğini genişletecek ve politik anlamını ileriye taşıyacak hamleler yapması en doğrusudur. Bu şekilde faaliyetin kendi kendini tekrar etmesinin ötesine geçmek, onun devrimci arzu, neşe ve vaatleriyle dinamizmini de canlı tutacaktır. Hangi eşiklere gelindiği ve hangi hamlenin müşterekleşmeyi genişletip, ileri taşıyacağına ilişkin en sağlıklı karar, merkezde ve ilçe ve kent genelinde gözlemler yapıp, şehrin nabzını tutan faaliyetçilerle, merkezin koordinatör ve yöneticilerinin katılacağı forumlardan çıkacaktır.

GENİŞLEME İÇİN KONSEY, MECLİSLER VE KONGRE

Antakya, Samandağ, İskenderun ve diğer yerelliklerde Emek ve Özgürlük İttifakı’na dahil kriz koordinasyon/dayanışma merkezlerinden başlayarak, TMMOB, TTB, KESK gibi sahadaki yapılarla mahalle muhtarları, ihtiyar heyetlerinin birlikte ilk etapta fiilen sadece iletişim, istişare ve koordinasyon işlevleri görecek bir Antakya’nın Toplumcu Yeniden İnşası Konseyi’nin kurulması önemlidir. Sekreteryasını yerellikle bağları olan plancı, mimar ve mühendisler yürütmeli, bir bürosu olmalı. Büronun görevi bir yandan farklı dayanışmaların koordinasyonunu sağlarken, diğer yandan da şu anda çadırlar ve konteynerlarla gelişen geçici konaklamanın önümüzdeki aylardaki seyrine ilişkin planlama ve uygulama eylem planlarıyla, sonrasına ilişkin depreme dirençli toplumcu mekansal planlamanın taslağını çıkarmak olarak düşünülebilir.

Konsey bir şekilde kurulduktan hemen sonra, her mahalle ve semtte inşa meclis/komiteleriyle yerelliğe doğru yayılmalıdır. Bu mahalle meclisleri/komitelerin hedefiyse seçimlerden birkaç hafta önce toplanacak bir Yeniden İnşa Kongresi olmalıdır. Konsey-meclisler sürecinin yüksek katılımlı bir Kongreyle taçlanması dayanışma faaliyetlerinin en büyük ve kalıcı başarısı olacaktır. Kongrenin sonunda ortaya mahalle meclislerinin talep, perspektif ve önerilerini sunacakları ve temsilcilerini yollayacakları ve sonunda da yeniden inşanın satırbaşlarını ortaya koyan bir belge çıkarsa, gelecek yılki belediye seçimlerine kadar toplumcu bir yeniden inşa hedefine dönük siyasi adımların arkası gelecektir.

Bunun dışında, TİP gibi görece en geniş bir dayanışma faaliyetini yürüten koordinasyonlar veya kurulmasını önerdiğim konsey, faaliyetlerini bir cep telefonu uygulamasıyla, nerede kimin neye ihtiyacı olduğu, hangi grupların ellerinde neler olduğunu gösteren bir dijital dayanışma platformuna aktarabilir. Bu sayede deprem vesilesiyle Türkiye’de zaman içinde serpilecek (dijital) platform sosyalizminin de bir öndenemesi yapılmış olacaktır.

ORTAK DUYGU: KAYBEDİLENİN YENİDEN İNŞASI

İki parça hali de yayımlanan deprem makalelerini bitirirken, günden güne daha sıklıkla telaffuz edilen kentlerin yeniden inşasına dair bir şeyler söyleyip, sonunda da ortaya iki soru atıp huzurunuzdan çekilmek istiyorum. Toplanan onca deprem vergisine rağmen yapılar güçlendirilmediği, devasa büyükşehir belediyesi bütçelerine sahipken tarihi-kültürel değer taşıyan yapılar sağlamlaştırılmadığı için Antakya, İskenderun, Malatya gibi bazıları ülkenin nadide değerleri olan kent merkezlerini kaybettik. Onlarla birlikte yok olan irili-ufaklı yüzlerce mekanın, anılarımızın sindiği sosyal-kamusal alanların geri gelmeyeceğini de biliyoruz. Erdoğan tipi neoliberalizm bütün bunların elimizden kayıp gitmesinin baş sorumlusu olduğunu döne döne söyledik. Fakat düne kadar bu şehirlerin sakini olan milyonlarca insanı çıplak bedenleri dışında sahip oldukları sosyal-kültürel zenginliklerden/müştereklerden mahrum bırakanlardan birinin de Lütfü Savaş gibi muhalif partilerden seçilmiş belediye yöneticilerinin de olduğunu unutmamalıyız. Şehrin geleceğinde sosyalizmin de belirleyici olmasını istiyorsak, iktidarı ve muhalefetiyle inşaat sektörüne bağımlı, arsa spekülasyonu etrafına örülü çıkar ağlarının parçası konumundaki düzen siyasetçilerinin sorumluluğunu gündemde tutmalıyız. Bu depremde ölen on binlerce insanın anısına, hayatta kalanların çok zor yaşam koşullarında çektikleri acılara saygının da gereğidir.

Günün önemli sorularından biri, bu kentler yeniden inşa edilirken, bu müşterekleri nasıl yeniden yeşertebiliriz olmalıdır. Antakya özelinde pek çok irili ufaklı siyasi grup, parti, çevre, insanlar, kuruluş, öbek etnik-kültürel bileşimi, geçmişten gelen sosyal-fiziksel değerleri, gündelik hayat kültürüyle hemşehrilik duygusunun da etkisiyle eşsiz buldukları bir sosyo-mekansal dokuyu yitirdiklerinin farkındalar ve onu aslına uygun biçimde ayağa kaldıracakları mesajlarını veriyorlar. Bunları #DöneceğizSanaAntakya hashtagleri, duvarlara yazılmış “Antakya: Döneceğiz mutlaka sabret” yazılarından da görüyoruz. Bu özlemin gücünü siyasilerin de gördüğünü, muhalefetinden iktidarına herkesin “yeniden inşa ve ihya sözleri”ni kısa sürede diline pelesenk etmesinden anlıyoruz. Herkesin bu sözlerden anladıkları farklı olsa da kaybedilmiş memlekete, geçmişe, anılara duyulan kederli özleme hitap ettikleri açık.

Antakya örneğinde, iktidarın da ana muhalefetin de farklı düzeylerde yıkımın sorumluları olduğunu halk da biliyor. Dolayısıyla “anılan burjuva siyasetçilerin yeniden yerel siyasetin belirleyicisi olacağı bir durumun önüne geçebilir miyiz?”, “Nasıl, hangi politika ve sosyal-sınıfsal ittifaklarla bunu başarabiliriz?” soruları yanıtlanmayı bekliyor. İşimiz kolay değil, yolumuz uzun, selam olsun bu denli zor koşullarda ayakta kalma mücadelesi verenlere, selam olsun onların direncini yükseltmek için canla başla çalışanlara...