Üniversite yayıncılığı

Üniversitede ders kitabı olmaz, olmamalı; yani üniversitede öğrenciye “şu kitaptan sorumlusun” denemez, öğrenci ancak konudan sorumlu olabilir, kitaptan değil. Demek istediğim, üniversite yayınevleri “ders kitabı” değil ama “kaynak kitap” basabilir. Aksi yapılıyorsa orası üniversite değil, devasa bir orta öğretim kurumu olmaktan öteye gidemez. Yayınevi de ona göredir.

Türkiye’de üniversite yayıncılığının tarihi aslında epey eskidir. “Eskidir” dediysem, dünya ölçeğinde değil elbette ama bu topraklardaki ilk üniversite kabul edilen Darülfünun’un kuruluşuna dek uzanır. Başlangıçta az sayıda ve sadece ders kitapları basılırken bunların dışında ilk kez Fuat Köprülü’nün bir kitabının yayınlandığı söylenir (1). Ancak bunun arkası gelmez ve yine üniversitenin her işinde olduğu gibi, yayıncılık da 1933 reformuyla ivme kazanır. Burada esas etkili faktör Nazi Almanya’sında gelen öğretim üyelerine ders kitabı yazma zorunluluğunun getirilmesiydi elbette.

Artık durum böyle değil; üniversite sayısı iki yüzü aştı ve neredeyse tümünün yayınevi var. Var ama esas sorun burada başlıyor çünkü bu kitaplara ulaşabilmek, hatta varlıklarından haberdar olmak bile bir mesele. Sürekli takip etmek gerekiyor ama birçoğu üniversitelerin sitelerinde bile yer almadığı için bunu yapmak da hiç kolay değil. Soruna sadece kamu üniversitelerinde rastlanmıyor, vakıf üniversitelerinin önemli kısmı için de aynı durum geçerli.

Bir keresinde okuduğum bir yazıda kaynak olarak kullanılan bir kitabı alabilmek için doğu illerindeki bir üniversitenin yayın bürosuna telefon ettim. Tahmin edebileceğiniz gibi internet satışı için adres ve/veya ödeme bilgisi yoktu. Telefona çıkan kişiyle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

          -……isimli kitabı satın almak istiyorum.

          -O kitabı biz mi basmışız?

          -Evet, sizin yayınladığınız altı kitaptan birisi bu aradığım.

         -Ha evet…Ne istemiştiniz?

         -Kitabı satın almak istiyorum, tükenmedi değil mi?

         -Tükenmedi, büromuza gelip alabilirsiniz.

         -İyi de, aramızda yaklaşık 1500 km. var; ödemeli olarak kargoya verebilir misiniz? Ya da vereceğiniz hesap numarasına ederi ve posta ücretini yatırsam?

          - (kısa bir sessizlik) ama kitabın fiyatı değişecek, yeni fiyat belli olana dek yollayamam.

          -İyi ki oraya gelmeye kalkmamışım. Peki kim, ne zaman belirleyecek yeni fiyatı?

          -Komisyon. Ne zaman toplanacağını bilemiyorum.

          -Anlıyorum, o zaman ben sizi haftaya tekrar arayayım?

          -Hayır, hayır aramayın. Fiyat belirlenince ben sizi ararım.

Tahmin edeceğiniz gibi ne arayan oldu bir daha ne de soran. Şaka yapmıyorum, bu konuşma birebir gerçektir ve ayrıca benzer konuşmaları değişik üniversitelerle o kadar çok yaptım ki…

Farklı durumlar da yaşanır yayın bürolarıyla: Başka bir ildeki yayın bürosuna gidersiniz “Görevli arkadaşın işi varmış, bugün biraz erken çıktı” derler. Biraz erken denilen öğleden öncedir ve kimseye de anahtar bırakmamıştır. Eğer tüm bu engelleri atlatır, kitapların bulunduğu depoya (başka sözcük bulamıyorum) ulaşırsanız, bu kez tavır değişir, “birden fazla alın, belki bir arkadaşınıza armağan edersiniz” denir, artık kitaplardan kurtulup, yeni isteklerle karşılaşmamaktır amaç. Şaka gibi ama değil, anlattığım son iki olayın ilkini Ankara, ikincisini İzmir’de yaşadım.

Şimdi diyeceksiniz ki, neden bunu sorun ediyorsun, çok mu önemli kitaplar basıyorlar? Evet değerli kitaplar var ancak bu soruya tümü için evet diyebilmek güç. Diğer yandan kitapların çoğunun üniversite tarihi açısından önemli olduğu, belge niteliği taşıdığı kanısındayım.  Öyle ki, asla dağıtıma çıkmamış, fiyatlandırılmamış, dar bir çevrede dağıtılmış üniversite kitapları var. Örnek olarak 1960,70 ve 80’li yıllardan üç kitap var bu hafta: Rektör Vehbi Göksel’in Ege Üniversitesi 1967-1968 Ders Yılı Açış Konuşması, Rektör Tahsin Özgüç’ün Ankara Üniversitesi 1978-1979 Öğretim Yılı Açış Konuşması ve Özerklik ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi. Üçünde de dönemin tartışmalarını görebiliyoruz. Örneğin Göksel 1967 yılında tam gün çalışma yasasının bir an önce çıkmasını savunurken, bir yıl önce üniversite temsilcilerinin (o tarihte yedi üniversite vardı) yaptığı toplantılar sonucu Doğu, Çukurova ve Eskişehir’de birer üniversite kurulması kararı alınmasına karşın sekizinci üniversite olarak Hacettepe’nin kurulmasını özerkliğe aykırı buluyor ve TBMM’nin parti farkı gözetmeksizin bu kararı nasıl hızla aldığına hayret ettiğini belirtiyor. Elbette Vehbi Göksel, İhsan Doğramacı faktörünün ve ülkenin başına nasıl başka sorunlar açacağının o tarihlerde ayırdında değildi.

KÜNYE: 1967-1968 Ders Yılı Açış Konuşması. Vehbi Göksel, Ege Üniversitesi Yay., 1967. Bulması güç, meraklısı ile paylaşabilirim. / 1978- 1979 Öğretim Yılı Açış Konuşması. Tahsin Özgüç, Ankara Üniversitesi Yay., 1978. Sahaflarda 15-25 TL arası. / Özerklik ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi. ODTÜ Yay., sahaflarda 30 TL. 

On yıl kadar sonra Tahsin Özgüç ise Ankara Üniversitesinin açılışında yaptığı konuşmada yeni hazırlanan yasanın “üniversitelerin okullaşmasına engel olması gerektiğini” söylerken, Bilim Akademisi kurulması zorunluluğunu (ancak 35 yıl sonra kurulabildi) ve öğrencilere ücretsiz kitap dağıtılması gerektiğini de anlatıyor. Her iki rektörün de üniversite kavramına egemen oldukları gözden kaçar gibi değil, özellikle günümüzdekilerle karşılaştırılınca.

Üçüncü kitap çok önemli bilgiler içermese de 1980’li yılların ilk yarısında mütevelli heyetinin varlığının üniversite özerkliğine aykırı olup olmadığını tartışıyor. Biliyorsunuz bugün Türkiye’de 75 civarında vakıf üniversitesi var ve hepsini mütevelli heyetleri yönetiyor. Eskiden, devlet üniversitesi olmasına karşın ODTÜ’nün başına özel bir yasayla mütevelli getirilmişti. O tarihlerde henüz vakıf üniversiteleri yoktu. Belki, diyorum zamanında verimli bir tartışma olsaymış, bugünkü sorunları yaşamıyor olurduk.

Üniversite yayınları kimi zaman tek başlarına olmasa da, bir araya geldiklerinde önemsenecek belge oluştururlar. Kent-üniversite ilişkisini irdeleyen kitaplar, bence bu durum için iyi örnek olabilir. Saymaya üşeniyorum ama en az on kitap okuduğumu söyleyebilirim. Bu bağlamda Zonguldak-Bülent Ecevit Üniversitesi Etkileşimi: Üniversitenin Şehre Etkileri ve Şehrin Üniversite Algısı son aldığım kitap. İçeriği öncekilerden farklı değil; anket yoluyla konu araştırılmış. Sonuçların bilgi birikimimize katkısı olacağını düşünmüyorum çünkü üniversite konusunda okumamış, düşünmemiş kişilerin yanıtları bana önemli gelmiyor ama konu “algı” olunca her türlü öznelliği doğru kabul etmek gerekiyor. Sanırım genel anket uygulaması dışında farklı bir yöntem düşünmek zorunlu gibi. Diğer yandan, bu konuda yapılmış tüm çalışmaları toplu olarak ele alan bir meta-analiz hem yararlı olur hem de bu konuda son noktayı koyup, yeni çalışmaların önüne geçebilir.

KÜNYE: Zonguldak-Bülent Ecevit Üniversitesi Etkileşimi: Üniversitenin Şehre Etkileri ve Şehrin Üniversite Algısı. Hasan Sankır, Şebnem Sankır, Erdem Dirimeşe, Atilla Barutçu, Figen Uzar Özdemir. Bülent Ecevit Üni., Yay., 2016. Üniversiteden bulunabilir, sahaflarda 45-55 TL arası.

Ancak çok güzel kitaplar da yayınlıyorlar. Örneğin, Türkiye. Coğrafi ve Sosyal Araştırmalar gibi. İsmine bakınca sanki kitap değil de, daha çok dergiymiş gibi duruyor ama değil. Belki de başlığı içeriğini düzgün yansıtamadığı için bilinirliği az olabilir. Kitapta beşerî coğrafya ve coğrafya bağlantılı sosyoloji yazıları bir araya getirilmiş. Kimler yok ki yazarlar arasında? Mübeccel Kıray mı dersininiz, Şerif Mardin mi, hatta yabancı yazarlar bile var ve Türkiye hakkındaki görüşleri ilginç. Şu günlerde sıkça kullanılan, “coğrafya kader mi” sorusu ve insan yaşamına etkileri enine boyuna tartışılıyor. Bu arada Türkiye’deki yapısal değişimi ve coğrafya bilimindeki gelişmeleri de izlemiş oluyoruz. Elbette basılmasından elli yıl sonra okumanın avantajıyla.

KÜNYE: Türkiye. Coğrafi ve Sosyal Araştırmalar. Erol Tümertekin, Fatma Mansur, Peter Benedict (Ed). İstanbul Üniversitesi Yay., 1971. Sahaflarda 40-175 TL arası.

Yukarıda bahsettiğim kitapların hiçbir zaman dağıtımı yapılmadı ve bazılarına sadece ve sadece ilgili üniversite veya fakültenin yayın satış bürosuna bizzat giderek ulaşılabildi. Yıllardır hep şunu merak ederim, neden her uygulamayı merkezileştirmeye meraklı olan YÖK, üniversite kitaplarının hem merkezi tanıtımını yapıp hem de satışını örgütlemez? Böyle bir uygulamanın satışları artırıp, yeni baskılar için de kaynak yaratacağı çok açık. Ben yanıtını bulamazken, Ali Birinci’nin şöyle bir saptaması var: “Netice itibariyle söylemek gerekirse kitabın YÖK’ün gündemine hiç giremediği sade bir gerçektir. Daha fecii ise istikbalde dahi girebileceğine dair bir ümidin ya da ışığın olmamasıdır. İktidar ve tahakküm duygularının tatmini peşinde koşmaktan kitap meselesine sıra getirilememektedir.(2) Doğru söze ne denir? Ben de hala YÖK’ten ne bekliyorsam? Üstelik en iyilerden biri olan Boğaziçi Üniversitesi Yayınevinin işlevsiz hale getirilmesini, YÖK ses çıkartmayarak desteklerken. Boğaziçi’ndeki hukuksuzluklar arasında ikinci planda kalan yayınevine yapılanları gerçekten unutmamak gerekiyor: “25 yıl boyunca özveriyle faaliyetlerini sürdüren, ulusal ve uluslararası düzeyde öneme sahip kitapları okuyucusuyla buluşturan Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, hiç kimsenin haberi olmadan, hiçbir resmî karar alınmadan, kimseye danışılmadan yok edilmek istenmişti. Kamuoyundan gelen tepkilere karşı kayyım yönetimi, alınan kararlarla ilgili pandemi koşullarını ve ekonomik nedenleri bahane göstermiş, yayınevinin 'daha verimli bir yayınevi anlayışı ile' yayıncılık faaliyetine devam edeceğini vadetmişti. Ancak üniversite yaşamını merkeziyetçi ve güvenlikleştirilmiş bir hâle getirmek konusunda hiçbir kaynak sıkıntısı yaşamayan, pandemi koşullarını ise sadece üniversite yaşamını çoraklaştırmak amacıyla suistimal eden kayyım yönetimi, on aydan fazla zamandır 'daha verimli bir yayınevi anlayışı' tesis etmek için hiçbir girişimde bulunmadı. (3)

Vakıf üniversiteleri genelde daha az sayıda kitap basmakla birlikte, dağıtım ve satış konusunda kamu üniversitelerinden bir adım ilerdeler ama onların da eksikleri var. Örneğin Maltepe Üniversitesi; hepsi değilse de bastıklarının bir kısmı kitapçılarda bulunabiliyor. Bunlardan biri Türkiye’de Eğitimin Evrenselleşmesi. Aslına bakarsanız kitabın bir özelliği yok ama yazarı Mahmut Özer, yani Milli Eğitim Bakanı olunca, iş değişiyor, yarı resmi bir nitelik kazanıyor. Şöyle diyor Özer daha önsözde: “üniversiteye girişte katsayı uygulamasının ve yükseköğretimde başörtüsü yasağının sonlandırılması; seçmeli din eğitimi dersleri ile eğitim sisteminde kapsayıcılığı artıran adımlar atılmıştır. Dolayısıyla, bu dönem eğitimde fırsat eşitliğinin sağlanması ve eğitimin demokratikleşmesi bağlamında oldukça önemli bir evredir.” Eğitimde Cumhuriyet tarihinin en gerici dönemini böyle anlatmasını elbette garip karşılamıyorum; zaten bu yüzden bakan atanmadı mı?  Ancak rahatsızlık verici olan “PISA” gibi uluslararası sınavlarda Türkiye’nin OECD ülkelerinin gerisinde olduğu gerçeğinden söz etmeden, “önceden on doğru yanıtımız oluyordu, şimdi on bire çıktı; başarımız yükseliyor”  kıvamındaki yorumlar, en hafif nitelemeyle veri saklamaya girer ki, alışık olmamıza karşın, kabul edilebilir olmadığını söylemeliyim.

KÜNYE: Türkiye’de Eğitimin Evrenselleşmesi. Mahmut Özer. Maltepe Üniversitesi Yay.,2022. Fiyatı 35 TL. 

Buraya kadar yazdıklarımdan üniversite yayıncılığının bütünüyle yetersiz olduğu sanılmasın; gerçekten çok iyileri de var, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları (İBÜY) gibi. Sadece üniversiteler arasında değil, tüm yayınevleri göz önüne alındığında bile yine Türkiye’nin en iyilerinden birisi bence. Bunu gerçek bir yayın politikası olmasına bağlıyorum çünkü pek çok üniversite yayınevinin bir politikası olmadığını, öğretim üyelerinden gelen önerilere göre kitap bastıklarını ve bu önerilerin genellikle “puan” için olduğunu da biliyorum. 

İBÜY’ün başında Türkiye’de yayıncılık konusunda en yetkin kişilerden birisi, Fahri Aral var.  Aral’ın yıllardır yayıncılık yapmasının yanı sıra konuyla ilgili bakış açısı da sağlam: “Darülfünun’dan başlayan yayıncılık geleneğinin hakkıyla yerine getirilmesi için doğru bir bilimsel temel üzerinde yükselmiş, bağımsız ve özerk bir üniversite kavramının korunması gerekir. Bunun içine liyakatten, bilimsel yetkinliğe ve yaratıcılığa vb. kadar uzanan bir yapı oluşturursanız, üniversite yayıncılığının önünü açabilirsiniz. Yoksa geçenlerde bir üniversitemizin Guinness Rekorlar Kitabı’na geçmek için öğrencilerine 1.5 tonluk turşu kurdurması gibi işlerle öğünürseniz, bırakın akademik yayıncılığı, üniversite kavramından ne anladığınızı tüm dünya ibretle seyreder.(4)

Kuruluşundan beri altı yüzü aşkın kitap basan İBÜY’ün internet sayfasına bir bakmanızı öneririm; çok önemli kitaplar var. Çevirileri de belirli bir kalitenin üzerinde. Örnekse Homo Academicus. Çağımızın en önemli düşünürlerinden olan Bourdieu’nun kitabının okuduğum en ciddi akademi eleştirilerinin başında geldiğini söyleyebilirim. Bourdieu, akademiyi tahakküm ilişkilerinin kurulduğu bir alan olarak ele alırken, akademisyenleri de “uzmanlaşmış ve seçilmiş bir hoca olabilmek için kendilerini profesyonelleştirerek ve özel metodolojiyle donatarak, eleştirinin günlük geleneklerinden kopmaya meyilli olan” kişiler olarak tanımlıyor. Kültürel sermayelerini, ekonomik sermayeye dönüştürme sürecinde kendilerini bazı derneklere üyelik, belirli okullardan mezuniyet, dergilerde yöneticilik, ödüller, sempozyumlarda konuşmacı olma gibi şekillerde var ettiklerini anlatıyor ve yaratılan iktidar ilişkilerinden söz ediyor.  Fransız akademisini ele alan bu kitaptaki saptamaların evrensel olduğu rahatlıkla söylenebilir ama toplumsal ilişkilerde feodalizmin etkilerinin bütünüyle silinmediği Türkiye gibi ülkelerde daha bir alt tonda seyrettiği görüşündeyim. Bu ülkelerde Bourdieu’nun saydığı var olma biçimlerine “kısa ve yan yollardan” ulaşmak için gereğini yapma ve bir tür köylülük de eklenerek “Homo Academicus Vicanus” demek yanlış olmaz sanırım. Uluslararası tanınırlığı olan, papyon kravat takan ancak entelektüel açıdan burjuva demokratik devrimlerinin öncesinde kalmış çok sayıda akademisyen tanıyorum.

KÜNYE: Homo Academicus. Pierre Bourdieu. Çev.: Nazlı Ökten, Arzu Nilay Kocasu, Eren Gülbey. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., 2021. Fiyatı 48 TL.

Homo Academicus Türkçeye çok geç çevrildi ama öncesinde içeriğinden o kadar çok söz edildi, o kadar çok alıntı yapıldı ki, kitabı okurken “daha önce okumuştum” duygusundan kendimi bir türlü kurtaramadım. Çevirinin gecikmesi öyküsü de ilginç: önce Boğaziçi Üniversitesi ile anlaşılmış ama sonrasında, bilemediğim bir nedenle (belki de yukarıda anlattığım Boğaziçi operasyonu nedeniyle) anlaşma bozulunca İBÜY’e teklif götürülmüş ve kitap basılabilmiş. 

Yazıyı bitirmeden ilk paragraftan beri söylemek istediğim de bir türlü fırsat bulamadığım meseleyi anlatmam gerekiyor. Üniversitede ders kitabı olmaz, olmamalı; yani üniversitede öğrenciye “şu kitaptan sorumlusun” denemez, öğrenci ancak konudan sorumlu olabilir, kitaptan değil. Demek istediğim, üniversite yayınevleri “ders kitabı” değil ama “kaynak kitap” basabilir. Aksi yapılıyorsa orası üniversite değil, devasa bir orta öğretim kurumu olmaktan öteye gidemez. Yayınevi de ona göredir.


(1) Dölen E, Yıldırım N. Darülfünun’dan Günümüze Üniversite Yayıncılığı ve Yaşamı. İstanbul Bilgi Üni. Yay., 2003.

(2) Birinci A. Tarihin Kara Kitabı, Kopernik Yay., 2018.

(3)https://www.evrensel.net/haber/470311/bogazici-universitesi-akademisyenleri-419uncu-kez-sirtlarini-rektorluge-dondu

(4)https://www.yenisafak.com/hayat/dunden-buguneuniversite-yayinciligi-3706981