Sevgili Metin’i anarken…

Doğal rotalarından saptırılmış insanlar şu uçsuz bucaksız evrenin küçücük dünyasında didişip dururken, o sonsuzluğa layık olabilmeyi, insanın özüne yakışmayan tüm kötülüklerle savaşmayı kendilerine meslek edinmiş insanlar olarak Metin’in dediği gibi tevazuyu elden bırakmadan inatla yürümekten bizi kim alıkoyabilir ki…

Hayatı anlamak istiyorsanız ama bir amacınız yoksa, hayatınızı anlamlandırmak için kendi çapınızda az ya da çok ama yoğun bir çaba içine girmemişseniz yaşayıp gidersiniz. Bu “yaşayıp gitmek” insanın temel gereksinimleriyle sınırlı sıradan bir hayatı anlatır. Siyasetin sıkıntılı, edebiyatın, kültürün engin dünyası, akademi ya da bilim size çeşitli olanaklar sunar. Başlı başına anlama çabanız, somut, elle tutulur bir ürün vermemiş olsanız bile sizi zenginleştirir dünya üzerinde var olduğunuzu duyumsarsınız.

***

Bu yol yalnız gidilebilecek bir yol değildir. Sizinle aynı ya da benzer amaçların peşinde yürüyen, kapıları size açık arkadaşlarınız yoldaşlarınız yoksa, içtenlikli samimi tartışmalar yapabileceğiniz öğrenebileceğiniz insan ilişkilerden örgüt ya da benzer bir oluşumdan yoksunsanız işiniz zordur. 12 Mart karanlığında bir iki aylık kısa tutuklulukta çok gençtim ve “bir kitap olsa yeter” diye düşündüğümü hatırlıyorum; bir kitap seçecektim ve onda her şeyi bulacak, yakaladığım ipuçlarıyla bütünsel bir sistem oluşturabilecektim; yoksa elimde öyle bir kitap, kuruyup gidecektim sanki. O darbe günlerinde kitap zorbaların en önemli hedefiydi; evlerinde kitap bulunduranlar en önemli kanıtı teslim etmiş, bir mahkumiyeti de “garantilemiş” olurlardı. Kitaplarımızı aldılar ve biz kalabalık bir koğuşta hep birlikte yalnız kaldık.

***

İşte o günlerde hayatı anlamak ve anlamlandırmak için okumanın çok okumanın gerekli ama yetersiz olduğunu anladım. O günlerde dostluk arkadaşlık ilişkileri, mekan ortaklıkları ve başka nedenlerle seçtiğimiz fraksiyona göre seçtiğimiz kitaplarımızla, sığ bir şekilde anladığımızı sandığımız ustalardan alıntılarla bir kör döğüşünün içinde ya muzaffer ya da yenik kişiler oluyorduk. Sonra tüm gücümüzle kitaplarımızı daha bir dikkatle okuyor, daha işe yarar alıntılar için yeniden gözden geçiriyor, bir sonraki münazarayı kazanmayı, rotamızı yenilmez kılmayı umuyorduk.

***

Oysa konuşmak tartışmak gerekiyordu. Kitaplardan öğrenilebiliyor ama o bilgi ya da daha doğrusu malumat içselleştirilemiyordu. Elde edilen bilgi- malumat hafızada bir ürüne dönüştürülemiyordu. İnişler çıkışlar, örgütlenmeler, kavgalar, geçici birleşmeler, birbirini izleyen bölünmelerle yenilgilerin çetelesini tutarken yine de bir birikim yaratabildiğimizi şükrederek bu günlere geldik. O günlerde kaldık da kaldığımız yerden mi devam edeceğiz yoksa geldiğimiz yerden ilerlemeyi başarabilecek miyiz bilmiyorum ama en azından artık aşılması gereken sorunun ne olduğunun bilindiğini düşünüyorum. Kitaplarımızı okumayı yine sürdürelim ama artık ülkeyi dünyayı kaldığımız yerden değil geldiğimiz yerden yorumlamayı öne alalım. Başarabilirsek konuşmayı tartışmayı, en önemlisi samimiyeti içtenliği temel ilke haline getirebilirsek, “işimize yarar” alıntıları yarıştırmayı bırakabilir, yüz yılların birikimine bu günlerin verimini ekleyebilirsek, neden olmasın. Daha da önemlisi birikim bizi verimli olmaya yönlendiriyorsa, mütevazı olmayı bırakmadan inatla mücadele etmek, geleceği geniş bir şekilde algılamak ve esas olanı o cangılın içinde arayıp bulmak gerekecektir.

***

İşte bunlar geçiyordu aklımdan ve Metin’in son yazdıklarını bir kere daha okudum; özellikle de 6 Ağustos’ta bizi terk edip gitmeden on gün önce yazdığı ‘Türkiye’de sosyalizmin yakın geleceğini dair bir kestirim” yazısını okudum. Yazılarının tümü önemlidir ama bu yazı geleceğe ilişkindir ve dönüp dönüp okunmasında büyük yarar vardır. Biraz uzun olsun, aktarmama izin verin: 

“Konu, Türkiye solunun, biraz daha daraltırsak Türkiye sosyalist hareketinin yakın-orta vadedeki geleceğiyle ilgili. (…)  Türkiye solu/sosyalist hareketi, yaşadığı ve yaşayacağı güncellikte ne 18. yüzyıl aydınlanmasını (ve onun Türkiye’deki yansımasını) ne 19. yüzyıl Marksizm’ini ne de Lenin ve 1917 Devrimi dahil 20. yüzyılın devrim deneyimlerini aksiyom (belit) olarak alma, bunları “zaten herkesin kabul etmesi gereken şeyler” sayma rahatlığına ya da “şansına” sahip olacaktır. (…) Sosyalistler ne derlerse desinler ne yaparlarsa yapsınlar, aydınlanmayı bile “aşmayı” amaçlayan, Marx’ın zamanında hesaplaştığı kimisi ütopyacı görüşleri “yeni bir sosyalizm anlayışı” olarak takdim eden çevreler mutlaka çıkacaktır.  Leninizm dahil 20. yüzyılın düşüncelerine ve sosyalizm deneylerine idealizmden Jakobenizme, totalitarizme ve bir ihtimal “açık toplum düşmanlığına” uzanan etiketler yapıştırılacak, en azından bunların neredeyse hepsini boşa çekilmiş kürek sayan görüşler ileri sürülecektir. (…) Ve elbette iş bundan ve buradan ibaret değildir. İş bundan ibaret değilse, tek olmasa bile asıl sözün kimde olacağına da bakmak gerekir: Bugün parça parça ortaya çıkan, yanıp sönen, örgütsüz kıpırdanma ve tepkilerin istikrarlı bir kitlesel muhalefete evrilmesi ve daha da önemlisi bu kitlesel muhalefetin merkezinde sınıf hareketinin yer alması… Asıl sözü burası söyleyecektir.”

***

İşte sevgili dostum, arkadaşım, uzun yolda yoldaşım Metin’i alışamadığım ölümünün birinci yılında anarken dönüp bu yazıyı bir kere daha okudum.  Şu geçtiğimiz dağdağalı bir yılı geride bırakırken, dostlarının Metin’le ilgili yazdıkları söylediklerini gururla okurken ona bir borcumuz var ve bu borcu ödemeliyiz artık dedim kendi kendime.

Ama niye kendi kendime ki; doğal rotalarından saptırılmış insanlar şu uçsuz bucaksız evrenin küçücük dünyasında didişip dururken, o sonsuzluğa layık olabilmeyi, insanın özüne yakışmayan tüm kötülüklerle savaşmayı kendilerine meslek edinmiş insanlar olarak Metin’in dediği gibi tevazuyu elden bırakmadan inatla yürümekten bizi kim alıkoyabilir ki…