Modern Türkiye’nin doğuşu

Ön not: Ülke büyük depremi yaşarken başka bir konuda yazmak, hatta sadece yazmak bile çok zor. Bu yazıyı daha önceden hazırlamıştım ama yine de gönderip göndermemeyi çok düşündüm. Sonunda gördüğünüz gibi yolladım, küçük değişikliklerle, kararsız bir biçimde…

Şu sıralarda deprem ve seçimler nedeniyle pek ön planda olmasa da 2023 Cumhuriyetin yüzüncü yılı ve Haziran’dan sonra çokça konuşulacağa benzer. Üstelik kim iktidara gelirse gelsin bu yaşanacak; ister Cumhuriyet’in değerlendirmesini yapmak için, ister kamuoyunun dikkatini ekonomiden uzaklaştırmak için olsun kesinlikle tartışılacak.

Konuya hazırlık olsun diye Bernard Lewis’in Modern Türkiye’nin Doğuşu kitabını seçtim bu hafta. Bernard Lewis Princeton Üniversitesinde tarih profesörlüğü yapmış, İslam-Batı ilişkileri konusunda uzman ve bu konuda en çok okunan yazarlardan. Akademisyenliğin getirdiği belirli bir nesnelliği olduğunu, tarihe toplumbilim ışığında baktığını düşünmekle birlikte ‘oryantalist’ bir yaklaşımdan, yani ‘Doğu’nun Batı değerlerini asla içselleştiremediğini, modernleşmesinin kendi tarihi ve kimliğiyle kavga halinde dayatmacı ve despotik bir süreçten ibaret olduğu(1) yaklaşımından uzaklaşamadığını da söylemeliyim. Zaten tam da bu yüzden George W. Bush’un ve Büyük Ortadoğu Projesinin danışmanlarındandı. Söylemeden geçemeyeceğim, oryantalizmin içeriden olan şekli ise İslamcı siyasettir.

Modern Türkiye’nin Doğuşu’nun bana ilginç gelen bir noktası aralarında İbranice ve Farsça da olan pek çok dile çevrilmiş ve defalarca baskı yapmış olması. Sanırım bu durum yazar ve yayıncının da beklentisi dışında olsa gerek. Çünkü, Türkçeye çevrilip, okunmasını anlamak kolay da, diğer ülkelerde hangi okur, üstelik 700 sayfalık, Türkiye’nin kapitalistleşme ve burjuva sınıfı yaratılması öyküsünü okumak ister bilemiyorum. Profesyonel ilgi duyanları ayrı tutuyorum çünkü onlar zaten İngilizce aslına her zaman ulaşabilir.

Neyse kitaba dönecek olursam, son 250 yılı kapsayan bir süreç içerisinde çağdaşlaşma çabalarını anlatıyor Türkiye’nin. Aslına bakılırsa, altı ay kadar önce okuduğum (ve elbette yazdığım)(2) Niyazi Berkes’in Türkiye’de Çağdaşlaşma kitabından çok farklı değil. Dönem aynı, genel anlamda değerlendirmeleri de benzese, öne çıkarttıkları olaylar ve ayrıntıları farklı.

Bir de hangi baskıyı okuduğunuz önemli. Lewis, ilk baskıda Ermeni soykırımı (holocaust) derken daha sonra fikir değiştirip, yeni baskılarda kırım, katliam (slaughter) sözcüğünü kullanmış. "1,5 milyon Ermeni ölümü" sözünü de “1 milyondan fazla Ermeni ve bilinmeyen sayıda Türk öldü" yapmış. Kitapçılardaki baskılarda ise sadece ‘olay’ deniliyor. Sanırım son değişiklik yayıncı ve/veya çevirmenin. Daha başka değişiklikler var mı, bilinmez. 

Bernard Lewis’in değerlendirmelerinde anti-sovyetik damar çok belirgin. Örneğin, “Sovyetler Birliği, Türkiye-NATO ittifakını bozmak için büyük bir çaba harcadı… etnik ve ideolojik muhalif grupları teşvik edip destekleyerek Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaya çalıştı” diyor. Hatta daha da ileri gidebiliyor: Biliyorsunuz, Türkçenin ilk kez Latin harfleriyle yazılması, Sovyet döneminde, 1922’de Azerbaycan’da uygulanmıştı. Ancak daha sonra tüm ülkede farklı alfabelerin kullanılmasının verdiği sıkıntıları aşmak için, bütün dillerin Kiril harfleriyle yazılmasında karar kılınmıştı. Lewis bunu Türkiye de Latin harflerine geçince, Türkiye-Azerbaycan halkları arasındaki bağı kopartmak için yapılan bir “Sovyet oyunu” olarak değerlendiriyor.

Ancak ne olursa olsun, yakın tarihte olanları anımsamak, bellek tazelemek iyi oluyor. Örneğin milliyetçilik düşüncesinin ilk ortaya çıkışının 19. yüzyıl ortalarına rastlamasını anımsamak hoşuma gitti. Kendilerine tarihte ciddi kökler arayan bu düşüncenin, aslında kapitalizmin gereksinimlerinden kaynaklandığını milliyetçilere göstermek gerekiyor kanımca.

Modern Türkiye’nin Doğuşu’nda yükseliş ve gerileme dönemlerinde ekonomik sistemdeki sıkıntıların üstyapının tüm öğelerine yansımasını görüyor okur. Tarihçilerin üzerinde çalıştığı devlet kayıtlarındaki düzen bile ekonomik yapıyla paralel ileriye ya da geriye gidiyor. O zaman bu bağlantıyı net bir biçimde göstermek gerekiyor. Evet Fransız Devrimi anlaşılamadı, matbaa ve diğer teknik gelişmeler Osmanlıya geç geldi ama neden? Tüm olanların toplumsal altyapıyla bağlantısı kurulamadığı sürece ne olan biten anlaşılabilir ne de düzeltme çabaları sonuç verir. Osmanlı’da reformlar genellikle hukuk sistemi, maliye ve ordunun modernizasyonuna yönelik oluyordu. Buna bir de eğitim eklenebilir. Ancak toplumsal ve ekonomik yapının ürünü olan eski sisteme, altyapıyı değiştirmeden üstyapı reformlarını adapte etmek çok zor, hatta olanaksızdı. Nitekim öyle de oldu. Çabalar iyi niyetli ama temelsizdi. Süreç, değişiklik yapmak isteyenlerin azli veya ölümüyle sonuçlanıyordu. Mithat Paşa ve başkalarının başına gelen buydu.  Bunları söylerken şöyle bir gerçeği de göz ardı etmemek zorundayız: reform girişimlerinin hiçbiri boşa gitmiş değildir; bu birikim, bu deneyim, bu düşünce sonunda Kemalist Devrimin başarısını sağlamıştır.

Bernard Lewis’i okurken (Berkes’i okurken de böyleydi) Osmanlı’dan beri çağdaşlaşmanın karşısına her zaman din olgusunun çıktığını görüyoruz. Evet değişim ekonomik olmalıydı ama mücadele hep laiklik mücadelesi olmuş. Sadece bu veri bile dinin çağdaşlık karşıtı, olmadı çağdaşlık karşıtlarının kullanımına uygun bir enstrüman olduğunu gösterir. Elbette laiklik mücadelesinin en somut adımları Cumhuriyetin ilk yıllarında atılmıştı. Hilafetin kaldırılıp Halife Abdülmecid’in yurtdışına sürgüne yollanması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, ezanın Türkçe okunması…gerçekten son derece radikal hareketler. Sonrasında hilafetin kaldırılması bile yeterli görülmeyip “daha şiddetli bir sarsıntı gerekiyordu. Öyle sarsıcı bir etki olmalıydı ki ülkedeki herkes bu sarsıntıyla artık eski düzenin sona erdiği ve bir yenisinin geldiği gerçeğiyle yüzleşmeliydi”. Sonuç şapka devrimiydi. Bunu anlatmamın nedeni dudak bükülen bir konunun altında bile ciddi bir ideolojik yapı, laiklik kavgası olduğunu anlatmak. Yetmemiş “Allah’ın kanunu olan Şeriat’ın yerine Meclis geçmiş, kuralları tamamen hükümsüz kılınıp, yerine Türk Medeni Kanunu koyulmuştu”.  Şimdi ülke böyle bir mücadele vermişken kalkıp ‘Zaten Türkiye hiç laik olmadı ki’ diyenlere ‘pes’ demekten başka bir şey aklıma gelmiyor. Sonradan laiklik karşıtı en yoğun adımların atıldığı dönemin (günümüz hariç) partisi, DP’nin dört kurucusundan biri olan Fuat Köprülü başkanlığındaki bir heyetin, 1928 yılında hazırladığı bir raporda ibadet dilinin Türkçe olması gerektiği özellikle vurgulanması bile önemli. DP, yıllar sonra ezanı Arapçaya çeviren partidir ve Köprülü de aynı kabinede bakandır!

Başta da söylediğim gibi, seçimlerden sonra Cumhuriyetin yüzüncü yılı epey tartışılacak ama buna daha zaman var, şimdi seçimler gündemde. 14 Mayıs 1950 seçimlerini DP kazanınca herkes demokrasinin geldiğini sanmıştı, her şey değişecekti: “İstanbul’da taksi şoförleri polislere burun kıvırıyor, talimatlarına uymayı reddediyordu. Hatta bazı polisler bile ellerinde ne gibi yetkileri olduğundan pek emin değil gibi görünüyordu…Ancak kısa bir süre sonra büyük bir altın çağ gelmediği ortaya çıktı…zihinlerinde aşırı bir gayretkeşlik gösteren herkes kuru bir siyaset dersi almış oldu. Polisler tekrar canlandı ve eskiden olduğu gibi coplarını salladılar.” Her şey eskiye dönmüştü.  Bu seçimlerden sonra da aynı şeylerin tekrar yaşanmasından korkarım. Seçimler elbette önemli ama çok da fazla abartmamak gerek. Demedi demeyin.


KÜNYE: Modern Türkiye’nin Doğuşu. Bernard Lewis. Daha önce Türk Tarih Kurumu basmıştı, kitapçılarda Arkadaş Yay., baskısı var, Çev.: Boğaç Babür Tuna, liste fiyatı 150 TL.

(1) Birdal A. Ilımlı İslam: model mi, müdahale aracı mı? Gelenek, Sayı 101, Mayıs 2009.

(2) https://ilerihaber.org/yazar/turkiyede-cagdaslasma-145942