İkinci Cinsiyet: Huzursuz, inatçı, oyunbozan okumalar-2

İkinci Cinsiyet, bedenle kültür, bedenle emek ve tarih arasında sürekli etkileşim kurar. Zaten Beauvoir, “özne, beden olarak değil, tabulara, yasalara tabi olan beden olarak kendi bilincine varır ve kendini gerçekleştirir.” diyerek kendisinden çok sonra kullanılacak toplumsal cinsiyet kavramına bereketli bir hat bırakmış olur.

“...en ortalama erkek bile kadınların karşısında kendini bir yarı-tanrı olarak görür.” / Simone de Beauvoir

Tarih boyunca kadın düşmanlığının, mizojininin en tipik semptomlarından birisi, kadınların stereotipleştirilmesi, belli kalıplar ve damgalamalarla “insan” kategorisinden ayrıştırılması olmuştur.

Nitekim günümüzde de “kadınlık tipleri” dediğimizde pek çok düşmanca şablon gözümüzün önünden geçecektir. Daha yakın zamanlarda en devletlü makamlardan çınlayan “sürtük” ifadesi bunlardan biridir. Ataerkinin balçıklı zihin dünyası kadınları türlü kılıklara sokar. Sürtükler, dedikoducu cahiller, sarı çiyanlar, kara dullar, erkek fatmalar, femme fatallar, baştan çıkarıcı bakireler, hafifmeşrepler, ahlaksız kızıllar, erkeği parmağında oynatan “orospular”, histerikler, cinsel açlığı başına vuran sinirli dullar, doğurup bırakan hain anneler ve elbette tüm bunlar kadar kutsal anneler, münevver kızlar, dişi kuşlar, evi çekip çeviren hamaratlar vardır. Silsile uzayıp gider.

Tüm bu stereotipleştirmelerde, kötülük kadının varoluşuna içseldir. Şeytana uyup elmayı yediği için “acılar içinde doğurmakla” lanetlenen Havva’dan, yasak kutuyu açarak tüm dünyaya kötülük saçılmasına yol açan Pandora’ya kadınlar günah ve kötülüğe yazgılı gibidir. Ataerkil kültürel yapı, kendi haline bırakılırsa kötülüğe varacak bu “cinsi” yola getirmeye, “kadın oldurmaya” kararlıdır. Simone de Beauvoir’ın İkinci Cinsiyet (1949) adlı baş yapıtı tam da bu nedenle o meşhur sözle anılır: “Kadın doğulmaz, olunur.”  Muazzam bir tespittir ve zaten 1960 sonrası gelişen “toplumsal cinsiyet” kavramının öncülü olarak görülmesi anlamlıdır.

Geçen haftaki yazımızda kadın okumaları için temellere dönmek gerektiğinden bahsetmiştim. Temellere dönülecekse İkinci Cinsiyet’in açtığı “toplumsal cinsiyet” güzergahını irdelemek önemli. Bu nedenle bir köşe yazısı sınırlarına sığmayacak bir iş olsa da İkinci Cinsiyet’e ilişkin kimi notlar düşeceğiz.

Öncelikle “kadın olmanın”, tarihi binyıllara uzanan dev bir kültürel evrende gerçekleştiğinin altını çizmek gerekir. Yukarıda bahsedilen streotiplerde de olduğu gibi “kadın oluşun” üstyapı kaynakları olduça cüsselidir:  İdeolojiler, dinler, inanışlar, mitolojiler, felsefe, sanat, bilim, edebiyat, şiir, gündelik yaşam kültürleri, danslar, müzik, ritüeller, masallar, atasözleri ve daha nicesi.

Beauvoir  "kadın doğulmaz, olunur" derken tüm bu kaynakları uzun uzun betimler. Yine de “kadın oluşu” salt kültürel evrende ya da üstyapının bulutsu diyarlarında bırakmaz. İkinci Cinsiyet, nasıl “kadın olunduğunun” izlerini bedende, üretim ve yeniden üretim olarak maddi dinamiklerde ve hatta ruhsal aygıtta, psikanalizde sürer.

Şöyle yorumlarsak bir ihlal olmayacaktır: İnsan (homo sapiens sapiens) yaşama “eksik” olarak başlar. Bağımsız hayatta kalabilmesi için yıllarca bakıma muhtaçtır. Birey-tür geriliminin bu ilk sahnesi, bedenimizden dünyaya uzanan bu ilk deneyim ruhsal aygıtımızı çeşitli biçimlerde etkiler. Ama dahası birey-tür çatışmasının merkezi, insan dişisinin bedenidir. Beauvoir’dan dinleyelim:

“Doğumda dramatik bir biçime bürünen tür-birey çatışması, kadın bedeninde kaygı verici bir kırılganlığa yol açar. Kadınların ...kendi içlerinde düşman bir öğeyi barındırdıkları da doğrudur: Onları kemiren, türdür.”

“Ergenlikten menopoza, kendisinde akıp giden ama kendisini kişisel olarak ilgilendirmeyen bir tarihin yatağıdır kadın...Her ay bir bebek doğmaya hazırlanır ve kırmızı dantellerin çöküntüsü içinde düşürülür; kadın da erkek gibi bedenidir, ama bedeni kendisinden başka bir şeydir.”

Beden o kadar belirleyicidir ki yaşlı kadının durumunda tür-birey çatışması yeni bir evreye taşınır:

“(Menepozdan sonra-EP) kadın, dişiliğin köleliklerinden kurtulur; hadım edilmiş biriyle karşılaştırılamaz, çünkü dirimsel gücünden bir şey yitirmemiştir. Buna karşılık artık kendisini aşan güçlerin kurbanı da değildir. Kendi kendisiyle örtüşür. Yaşlı kadınların ‘üçüncü bir cinsiyet’ oluşturduğu söylenmiştir; gerçekten de erkek değildirler ama artık dişi de değildirler.” (1)

İkinci Cinsiyet, bedenle kültür, bedenle emek ve tarih arasında sürekli etkileşim kurar. Zaten Beauvoir, “özne, beden olarak değil, tabulara, yasalara tabi olan beden olarak kendi bilincine varır ve kendini gerçekleştirir.” diyerek kendisinden çok sonra kullanılacak toplumsal cinsiyet kavramına bereketli bir hat bırakmış olur. (2)

İkinci Cinsiyet’e dair diğer bir önemli hat ise kadınların “kadın olurken” belli “bilinç biçimlerine” sabitlenmesini sorunsal olarak kurmasıdır. Biraz vülgarize etme pahasına diyebiliriz ki günümüzde de kadınların kadın oldukları için daha statüko yanlısı, muhafazakar oldukları söylenir. Etik bir tercihe raptiyelenmiştir kadın, celladına aşıktır. “Kadın kadının kurdudur” ya da kadınlara en büyük kötülüğü yine kadınların yaptığı söylenir.  

Peki gerçekten de ezilen ve sömürülen bir cins olarak kadınlar, “bilinç tartışmasında” nereye konabilir? Beauvoir bu soruyu biraz daha temel bir noktaya taşır: “Kadınlar neden erkek egemenliğini reddetmez?”

Yanıt oldukça derin, tartışmalı ve tahrik edicidir!

Biraz kalın hatlarla şöyle anlatabiliriz: Başlangıçta, insanın doğaya henüz hükmedemediği ilkel dönemlerde, erkeğin bilincinde kadın tıpkı doğa gibi kendisinden farklı bir şeydir. Kadın, düzenli kanayan ama ölmeyen, kendi bedeninden çocuk yapabilen (seks ile gebelik arasındaki bağlantıyı yaklaşık 12 bin yıldır biliyoruz), anlaşılmaz, hem dehşet hem arzu uyandıran bir şeydir. Zamanla erkek, doğaya hükmettikçe -aletli tarım ve hayvancılık, teknolojik gelişim, mülkiyet- doğa varsaydığı kadını da tabi hale getirir. Berktay’ın güzel ifadesiyle kadının “büyük tanrıçalardan Ademin eğri kaburga kemiğine” indirilmesinin hikayesidir bu. Kadının tabi kılınması, erkeğin uyruğu haline getirilmesi, tüm bilinci de içermek üzere tinsel yaşamı tersine çevirir.

İşte Beauvoir, bu tarihi Aynı ve Başka kategorileri ile ele alır:  “Erkek Özne'dir, Mutlak olandır, Kadın Başka'dır. Başka kategorisi bilincin kendisi kadar kökenseldir.” (3)

Burada bilinç, varoluşçu bir ontolojinin üstüne tünemiş gibidir. Kadın “içkinliği” (özgürlüğü kısıtlayan ev içi yaşam ve bakım emeği), erkek “aşkınlığı” (özgürlüğü mümkün kılan bir dünyaya uzanma, yaratıcı, üretici faaliyet) kuracaktır.

Kadınlık artık bir “durumdur”:

"Oysa kadının durumu özel bir biçimde şöyle belirlenir: Her insan varlığı gibi özerk bir özgürlük olan kadın, erkeklerin ona Başka olmayı dayattığı bir dünyada kendini bulur ve seçer; onun aşkınlığı, özsel ve egemen olan başka bir aşkınlık tarafından sürekli olarak aşılacağından, bir nesne gibi donup kalması ve içkinliğe yazgılı olması beklenir.” (4) (abç)

Burada ayrıntılı tartışma olanağımız olmasa da belirtmek gerekir ki Beauvoir, Hegel’in Tinin Fenemenolojisi’ndeki köle-efendi ilişkisinden başlayarak Husserl’e, Claude Levi-Strauss yapısalcılığından, Sartre’a, Merleau-Ponty ve Levinas’a uzanan çok boyutlu bir tartışma yürütür. Ne var ki “bilinç tartışmasında” Marksizm sanki yalnızca “ekonomik kategorileri açıklayan” bir sistemmiş gibi biraz teğet geçilmiştir.

Pek çok tartışmaya giremeden ve belki de soru işaretiyleriyle birlikte en fazla “kenar notları” olabilecek bu yazıyı burada bitirelim.


Kaynak:

1-) Simone de Beauvoir, İkinci Cinsiyet 1. Cilt, Olgular ve Efsaneler, çev. Gülnur Acar Savran, KoçKam, 2019, s.60-61

2-) Age, s.64

3-) Age, s.26

4-) Age, Önsöz Zeynep Direk, s.13