Gerçeğin peşinden yürüyelim...

“İç dünyamızı aydınlığa çıkarabilmek kutsal bir şeyin peşinden yürümeye bağlıysa eğer ve eğer hayatı herkese eşit ölçülerle paylaşmak gerekiyorsa, gerçeğin peşinden yürüyelim.”

Eski bir yazardan, eski bir devrimciden söz edeceğim size bugün. Önce şiirler yazıyor, ilk gençliğinde. Hep öyledir ilk gençliğimizde yazdığımız şiirler sonra gerçek şiirlere dönüşünce şairliği hak ederiz. Bin bir türü var şiirin. Henri Barbusse ilk gençlik yıllarının şiirini sonra düzyazının engin şiiriyle değiştiriyor. I. Dünya Savaşı'na er olarak katılıyor. Savaş ona göre değildir. Bu birinci paylaşım savaşı ise her şeyi insanlarla paylaşmak isteyen Barbusse’e tamamen yabancı bir şeydir. Atılıyor ordudan. Bu yılların şiirsel dökümü Ateş adlı unutulmaz romanıdır.

Fransa’nın bütün toplumcu yazarları Ateş’in yani Henri Barbusse’ün çevresinde toplanıyorlar. O yıllar pek çok insan durumlarının sınavlardan geçtiği yıllardır. Barbusse şiirini sürdürüyor. Fransız Komünist Partisi’ne giriyor. Sovyet Devrimi'ni heyecanla izliyor. Sonra umutların gerçekleştiği ülkeye Sovyetler Birliği’ne göç ediyor. Batı'nın kindar ve kendini beğenmiş, ama asıl önemlisi sinsi bir anti-komünizmle ruhu kirlenmiş edebiyat dünyası Henri Barbusse’ü unutuveriyor. Onun yeniden keşfedilmesi, görmediği, ama yaklaştığını sezdiği, çünkü 1935’te Moskova’da öldü, ikinci paylaşım savaşından sonradır. II. Dünya Savaşı, savaşın korkunçluğunu faşizmin, nazizmin dehşetini acı ve sert bir şekilde hatırlattığı, en azından bir süre sosyalizm bir öcü olmaktan çıkartıldığı için Barbusse’nin kitapları yeniden Batı’yla buluşuyor.

GREGOR SAMSA GİBİ DEĞİL

Yanılmıyorsam, Ateş de Aydınlık da 70’li yıllarda Türkçe’ye çevrilmişti. Aydınlık, Yordam yayınlarından 2007’de yeniden yayınlandı. Yine Erdoğan Tokatlı’nın çevirisi. Galiba ilki de onundu. Ne güzel bir romandır. Aydınlık aslında değişimin romanıdır. Ama Kafka’nın bir gecede böceğe dönüşen Gregor Samsa’sının değişimi gibi değil. Karanlıktan, bencillikten, kibirden, kendini aldatmaktan yücelişe, barışa, kardeşliğe doğru bir değişim. Ama insanın bencil dünyası bütün sahte ışıklara rağmen aldatıcı ve sıkıcıdır. Daha romanın ilk cümlesinde karşılar sizi bu sıkıntı. “Haftanın bütün günleri birbirinden farksız, hepsi birbirine benziyor.” Fabrika’da memur mösyö Paulin iş çıkışını anlatıyor. İşçilerle ustabaşılar arasındaki farka o incecik sınıf farkına sığınarak var ediyor dünyasını. Yine de mösyö Paulin dünyaya açık birisidir ve sonra aşk geliyor. Aşkın adı, Marie’dir.

Ey okuyucu romanı özetlememi bekliyorsanız yanılıyorsunuz. Şu kadarını söyleyeyim ki, değişimin şiirini bu romanda isterseniz yakalayabilirsiniz. Romanın bir insan hayatının sıradan olağan işlerini sırasıyla anlattığı kanısı da sizi yanıltmasın; aşk, evlilik, bizim mösyö Paulin’in Marie’yi üzmeden başka kadınlarla gününü gün etmesi ve gittikçe artan sıkıntısının ayrıntılarını da anlatmayacağım size. Mösyö Paulin şehirde patlak veren işçi ayaklanmasından fena halde tedirgin olmuştur. O yıllar, kitaplardan okuyanlar bilirler, Avrupa’da devrimci dalganın kabardığı yıllardır ve zaten savaş da bu kabarışın isyanın korkusunu taşır. Sonra savaş ve seferberlik gelecektir.

DEĞİŞİMİN ŞİİRİNİ YAKALAMAK

Acı gerçek mösyö Paulin’in kapısını da çalacaktır. Fransa ayağa kalkmıştır. Küçücük bir paragraf ister misiniz? Bugün de işe yarar bir paragraf demek istiyorum. “Ertesi gün ve daha sonraki günler, gazeteler kapış kapış satıldı.Ve isimlerindeki değişikliğe rağmen, birbirine müthiş benzeyen bu gazetelerden, Fransa’nın coşkun bir silkinme içinde olduğunu okuduk biz de, o küçücük kalabalığımızla bir anda aynı elektrikli havaya kaptırdık kendimizi. Artık biz de heyecanlı ve kararlıydık. Gözlerimiz ışıl ışıl yanarak bakıyorduk birbirimize ve ilk defa böylesine büyük bir heyecanı birbirimize çok görmüyorduk. Ben bile ‘hele şükür’ dedim Milliyetçilik duygusu bir anda sarmıştı hepimizi, gene suyun yüzündeydi.”

İşte o milletlerin, milliyetlerin, milliyetçiliklerin savaşı yüz binlerce inanın hayatı terk etmesine terk etmeye zorlanmasına yol açar. Savaş hayatın değil ölümün kara yüzüdür çünkü. Savaşlarda her zaman saldıranla saldırılan karışır. Haklı haksız kim buharlaşır. Ülkeleri yönetenler için insanlar büyük sayıların içinde kaybolup giderler ve sanki o liderler de kendilerini insanların yaşamalarına ve ölmelerine karar veren tanrılar gibi hissedebilirler.

Savaşta yalnız savaş yoktur. Gölgeler de vardır. Ne için savaşıldığı bazen alaca karanlıkta kendini arada bir gösteren gerçeklerin içinden geçerken gözünüze çarpıverir. Belli belirsiz. En çok, belki de romanın en şiirsel bölümleridir bunlar, ölümün anlatıldığı sayfalarda gösteriyor kendini. Savaş ve ölüm insana “neden?” diye sormayı öğretiyor besbelli. Gerçek aslında ne kadar yalındır. Yalındır ama söylemek de ne kadar zordur ve nasıl da bazı zamanları bekler. Yeniden buluşmanın sırrı belki de gerçeğin söylenmesindedir. Haykırarak söyler Paulin. “Gerçek mi? Dinle öyleyse, ben neydim eskiden, olduğu gibi anlatacağım sana...” Olduğu gibi mi? Ne zor iş. Mösyö Paulin bu zor iyi başarabiliyor mu, roman bile belki söylemiyordur. Ama neden olmasın insanın gerçeği yakalamak istediği zaman bunu da yapabileceğine inanmak gerekmez mi?

***

Bitireyim ben de yıllar sonra değişime inatla direnen bir ülkenin aydını olarak yeniden yazdığım bu uzun yazıyı artık. Ama en son değişim umutlarının yükseldiği zamanlardan söz edeyim de gerisini siz romanı okuyarak ya da tekrar okuyarak, Henri Barbusse’ü belki yeniden keşfederek getirirsiniz.

“İç dünyamızı aydınlığa çıkarabilmek kutsal bir şeyin peşinden yürümeye bağlıysa eğer ve eğer hayatı herkese eşit ölçülerle paylaşmak gerekiyorsa, gerçeğin peşinden yürüyelim.”