Erdoğan’ın adaylığı ve muhalefetin tavrı

İktidarın denediği bu Anayasal zorbalığın asıl hedeflerinden biri de bizzat seçimlerin meşruiyeti. “Bu seçim son seçim olabilir” tezi bu bağlamda değerlendirildiğinde yurttaşların son kez sandığa gitmesi anlamında olmasa bile meşru zeminde yapılacak son seçim olması ihtimali aklımızın bir köşesinde durmalı.

Tayyip Erdoğan’ın oy verme günü için 14 Mayıs tarihini açıklamasıyla birlikte seçim sath-ı mailine girmiş olduk. Seçim tarihi kadar konuşulan bir diğer konu da Erdoğan’ın üçüncü kez aday olup olamayacağı ve seçim kanunlarındaki değişikliklerin uygulanıp uygulanamayacağı. Her iki konu da detaylı tartışmaları içermekle birlikte işin hukuksal boyutundan başlayarak devamında biraz göz ardı edilen siyasi boyutuna çubuğu bükmeyi çalışacağım. Meselenin hukuki boyutları çetrefilli olsa da yapılacak tercih siyasi pozisyonun nasıl alınacağına göre aslında son derece sade.

Seçimlerin mayıs ayı içerisinde yapılacağının dillendirilmesi ve 14 Mayıs açıklamasının peşi sıra Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş ve parti sözcüsü Sera Kadıgil tarafından yapılan basın açıklamalarındaki Erdoğan’ın aday olamayacağı ve seçim kanunundaki değişikliklerin uygulanamayacağı beyanları kamuoyunda geniş yer buldu. Gerek Erdoğan’ın erken seçim kararını kendisinin alması halinde adaylığının Anayasanın 101. ve 116. maddeleri uyarınca mümkün olmadığı gerekse de mayıs ayında yapılacak seçimlerin başlangıç tarihinin oy verme gününden 60 gün önce başlayacak olması sebebiyle seçim kanunlarında geçtiğimiz yıl yapılan değişikliklerin uygulanamayacağı uyarıları pek çok hukukçu tarafından da paylaşıldı. Buna karşın Kemal Kılıçdaroğlu’nun; “Diyelim ki ses çıkardık nereye gidecek? Yüksek Seçim Kurulu'na. O üyeleri atayan kim Erdoğan. Verdiği karara kim itiraz edecek? İtiraz edeceğin hiçbir yer yok” açıklaması ve konunun Erdoğan tarafından “istismar” edilebileceği varsayımıyla ortaya atılan “Anayasa aykırı ama itiraz etmeyeceğiz” çizgisindeki “Aman ağzımızın tadı bozulmasın” siyaseti ise Erdoğan’ın tedirginliğini azaltan nitelikte.

İktidarın, bir süredir gündemi belirleyen ve saldırgan siyasal pozisyonunun bu iki başlıkta da tersine dönerek savunmaya geçmeleri ve kendilerini aklama çabaları muhalefetin siyaset yapma tercihleri bakımından başlı başına önemli bir gösterge. Rejimin, iktidarını sürdürmek adına seçimlerde her türlü dolabı çevirebilecek olması sebebiyle muhalefetin bugünkü tercihleri ve konumlanışları üzerine olan tartışmayı biraz daha sürdürme gereksinimi var. Anayasal düzenlemeleri yok sayan, seçim kanunlarını kafasına göre yorumlayarak uygulayan siyasi iradenin “adayları da seçime girecek partileri de, YSK üyelerini de ben belirlerim” şeklindeki ablukasının sandıktan galip çıkmayı bekleyerek değil bugünden başlayıp her türlü gayri meşruluğun karşısına dikilerek dağıtılabileceği aşikar.

Meşruiyet kavramının bu bağlamda seçimlerin hukuksal kurallara uygun şekilde ve Anayasal sınırlar çerçevesinde yapılması anlamına geldiğini, meşruluğun amacının ise iktidar tarafında yapılan veya yapılacak her şeye toplumsal rızanın yaratılması arayışı olduğunu söylemek mümkün. Nazi rejiminin ünlü hukukçusu Carl Schmit’in; “Anayasayı meşru kılan, onun bir politik karar olmasıdır. Anayasalar hukuki olarak korunmayan ama politik olarak savunulan normlardır. Bu şekildeki “karar” yasal saldırılara karşı anayasaya bağışıklık kazandırır.”(1) sözüyle, geçtiğimiz haftalarda AKP sözcüsü Ömer Çelik’in basın toplantısında sarf ettiği; “Bir demokratik toplum düzeni en önemli vasfını anayasal düzenden alır. Anayasal düzen, yasalar, demokratik olarak ortaya çıkmış siyasi meşruiyet, bütün bunların bileşeni bir yüksek meşruiyet oluşturur. Eğer bu zedelenmeye başlarsa demokratik siyasetten de demokratik toplum düzeninden de bahsetmek mümkün olmaz” sözleri bir arada düşünüldüğünde iktidarın önemli bir meşruiyet krizi yaşadığını ve aranan meşruiyetin ana muhalefet eliyle altın tepside sunulmasının tarihsel bir politik hata olduğunu hatırlatma sorumluluğumuz bulunmakta. Tayyip Erdoğan’ın; “öncelikle meclis karar alsın, alamazsa ben karar alırım” şeklindeki sözleri sarayın halen meşruiyet arayışında olduğunun açık itirafıyken, ana muhalefetin bunu ıskalaması affedilemez bir vaka.

İktidarın denediği bu Anayasal zorbalığın asıl hedeflerinden biri de bizzat seçimlerin meşruiyeti. “Bu seçim son seçim olabilir” tezi bu bağlamda değerlendirildiğinde yurttaşların son kez sandığa gitmesi anlamında olmasa bile meşru zeminde yapılacak son seçim olması ihtimali aklımızın bir köşesinde durmalı. Seçim güvenliğini en önemli gündemlerden biri olarak belirleyen ana muhalefetin bu güvenliği yalnızca sandık görevlisi belirleyerek ve ıslak imzalı tutanakları toplayarak sağlayabileceğine olan inancına karşılık 2019 yılında iptal edilen İBB Başkanlığı seçimlerini hatırlatmak yeterli. Bugün seçim güvenliğinin sağlanabilmesi ancak ve ancak meşru bir siyasal ortamın tesisiyle mümkün olup, bunun yolu da Anayasaya aykırı ve gayri meşru her türlü tutum, karar ve davranış karşısında muhalefetin kararlı, cesaretli ve dirayetli bir ortak duruş sergilemesinden geçmekte.


(1) (Bünyamin Bezci, “Modern Türkiye’de Meşruiyetin Politik İçeriği: Schmittyen Bir Değerlendirme”, Finans, Politik ve Ekonomik Yorumlar, Cilt 44, Sayı 508, sy 8)