Gezi savcısı ‘tarih yazıyor’

Dünyanın her yerinde en meşru siyasal taleplerinden biri olan “hükümet istifa” talebinin suç sayılması sadece geçmişle bir hesaplaşma değil aynı zamanda geleceğe dair de toplumsal muhalefete yönelik açık bir tehdidin ilanı.

Yargının, hukukla arasındaki mesafeyi açarak siyasetle yakınlaşmasının mazisi eskilere dayanıyor. İktidarın ihtiyaçları doğrultusunda politik davalar üretip muhalefetin üzerinde Demokles’in kılıcı gibi sallandırılması yaşantımızın “olağanlaştırılanları” arasında.

Gezi Davası dosyasında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nca hazırlanan tebliğname geçtiğimiz cuma günü Yargıtay 3. Ceza Dairesi’ne gönderilirken ülke tarihindeki hukuk garabetleri arasındaki yerini aldı. Savcılık tebliğnamesiyle ilgili çokça yazılıp çizildi. Yazılanlar arasında ortaklaşılan konu tartışmasız şekilde hukuki değil, siyasal bir metnin kaleme alınmış olması tercihiydi. Herhangi bir hukuk bilgisi olmayan birinin dahi ilk bakışta kolaylıkla gözlemleyebileceği sadelikte yazılmış siyasal bir hesaplaşma denemesi olduğu da açık. Seçilen tarihi olaylardan atıf yapılan kitap ve kişilere, özellikle vurgulanan siyasal gelişmelerden yapılan çıkarımlara kadar bir savcının kişisel tercihleri olmanın ötesinde politik bir tutumun yansıması olduğu tartışmasız.

Üzerine tartıştığımız metnin hukuksal görünümlü politik bir metin olması sebebiyle yapılacak değerlendirmelerin de elbette politik bir bakışla ele alınması gerekiyor. Hangi politik tercihin ürünü olursa olsun siyasal veya hukuksal bir metnin kendi içerisinde de olsa bir anlam bütünlüğü, tutarlılık ve mantıksal bir bağlam içermesi gerekir. 77 sayfalık yazınsalda ise bu unsurlar yerine hesaplaşma kaygısıyla ele alınmış parçalı ve bağlamsız bir tarih okuması, düz mantık bir tümevarım ile komplocu bir siyasal akıl yürütme ortaya çıkıyor.

Gezi’yi, metnin başında; “10 kişinin yaşamını yitirdiği kitlesel şiddet olayları” olarak tanımlama tercihi sayfalar ilerledikçe yerini “barışçıl ve sivil itaatsizlik” eylemlerinin barındırdığı “tehlikelere” bırakmakta. Yaşamını yitiren sivillerin polis şiddetiyle, polislerin ise geçirdikleri kazalar sebebiyle yaşamlarını yitirmeleri konusuna hiçbir şekilde değinilmemiş olması da elbette tesadüf değil. Tıpkı sivil ölümlerin faili polislerden bazılarının yargılanıp cezalandırılmalarına hiç değinilmediği ya da Gezi eylemleri sebebiyle açılan yüzlerce davada yargılanan on binlerce yurttaşın beraat ettiği gerçeğine değinilmediği gibi. Savcılığın buradaki amacının Gezi davasıyla ilgili maddi gerçekleri ortaya çıkarmak olmadığı, yıllardır iktidar tarafından sürdürülen algı yönetme işini bu sefer yargısal konumlarını kullanarak kendilerinin yaptığını söylemek hatalı olmaz.

Önemli bir diğer mesele de 14 Mayıs seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nden (TİP) Milletvekili seçilen Can Atalay’ın hukuki durumuna ilişkin yapılan değerlendirmeler. Anayasanın 83. maddesi yok sayılarak 58 gündür Silivri Hapishanesi’nde esir tutulmasına hukuki kılıf bulmak için “emsal” olarak yazılan iki tane Yargıtay kararının, Anayasa Mahkemesi’nce seçilme haklarının ihlal edildiği tescillenen Enis Berberoğlu ve Leyla Güven ile ilgili eski kararlar olduğunu gizleyecek kadar ileri gitme cüreti de esirgenmemiş. Anayasa Mahkemesi’nce verilen ihlal kararları sonrasında, Can Atalay “aleyhine” emsal diye sunulan Yargıtay kararlarının hukuken boş bir A-4 kağıdından farkı olmadığı gerçeği ise apaçık ortada. Bu gerçeğin ortaya çıkma ihtimaline karşı sunulan; “Anayasanın 14. maddesi hangi suçların bu madde kapsamında olduğunu tahdidi olarak saymamıştır. Kapsamı belirleme görevi uygulayıcıya aittir” argümanı da savcılığın kendilerini Anayasa’nın ve Anayasa Mahkemesi’nin üstünde gören “ben yaptım oldu” yaklaşımını dışavurumu.

Hukuksal değerlendirmelerin pek yer almadığı tebliğnamede savcılığın bir meşruiyet arayışına girdiği de gözden kaçmıyor. Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisi, İbn Haldun, Mustafa Kemal Atatürk ve Necip Hablemitoğlu’na yapılan atıflarla kendilerine politik bir arka plan ve meşruluk zemini aradıkları ancak giderek kaybettikleri bütünlüğü daha da derinleştirdiklerinin farkında olmamaları düşündürücü.

Metin içerisinde birkaç farklı yerde kaynak gösterilen Necip Hablemitoğlu’nun "Devletin silahları Fethullahçı kadrolar elinde halka yönelecektir" sözüne yapılan atıf savcılığın, Fethullahçıların niyetinin yirmi yıldan beri belli olduğunun resmi itirafı ise bu tarihten sonra “ne istediler de vermedik” diyen iktidar ortaklarını yargılamak yerine Gezi’ye katılanları suçlamak üzerinden atlanamayacak kadar önemli bir konu. Yine bu satırları kaleme alanların, daha birkaç gün önce Hablemitoğlu cinayeti zanlısını tahliye ederek kaçmasına yol açanların yargı mensubu olduklarından habersiz gibi utanmazca yazdıkları da unutulmamalı. Bir yandan Fethullahçıların ne büyük tehlike arz ettiğine vurgu yapıp diğer yandan da tamamı Fethullahçılar tarafından üretilen delillerle yapılan yargılamadaki cezalandırma gayretleri ise bir diğer büyük çelişki ve tutarsızlık örneği.

Ülke tarihinin en büyük toplumsal mücadelelerinden biri olan Gezi’nin meşruluğunu azaltma gayretinin bir başka çabası da iddianame ve mahkeme kararında sıkça vurgulanan “dış güçler” masalı.  Bu konuya da sıkıca sarılan savcılık, STK’ları ve Taksim Dayanışması’nı dış güçlere bağlayarak bütünlük görüntüsü vermeye çalışmakta, bunun yetersizliğini fark ettiklerinde ise Fethullahçıların delillerini “yeniden kıymetlendirip”, meczup bir tanığın histerikli komplo teorisiyle harmanladıklarında ortaya karışık bir distopya çıkıyor.

Savcılık, “entelektüel” birikimini herkese göstermek amacıyla okuduğu birkaç kitaba atıfta bulunma çabasına girmek yerine dosyadaki evrakları okumayı deneseydi bu denli açık bir kurguyu kaleme alma zahmetine de girmezdi. Dosyadaki 221 klasör dolusu evrakı okuyup tebliğname hazırlamak yerine halkın hak arama hürriyetini komplo teorileriyle kriminalize ederek rejimin resmi tarih yazımına soyunmuş durumdalar. Sayfalar boyunca yazılanların özeti ise barışçıl eylemler ile “hükümet istifa” talebini suç olarak tanımlama cüreti. Dünyanın her yerinde en meşru siyasal taleplerinden biri olan “hükümet istifa” talebinin suç sayılması sadece geçmişle bir hesaplaşma değil aynı zamanda geleceğe dair de toplumsal muhalefete yönelik açık bir tehdidin ilanı.