Devlet-hükümet-bürokrat

Ziya Paşa “Seyr etdi hevâ üzre denir taht-ı Süleyman / Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde” derken işte bunu anlatıyordu ve ne güzel anlatıyordu…

Felaket günlerinden geçiyoruz, 11 ilimizi birden vuran depremin ağır sonuçları ile boğuşmaktayız. İktidarın ve onun sadık ortağı, adeta sözcüsü parti ile cümle muhalefet felaketin ağır sonuçları konusunda anlaşamıyorlar. Bu demektir ki sağdan sola muhalefetin eleştirileri de iktidara ağır gelmekte, baskıyla, demagojiyle gerçeklerin üstü iktidar kanadınca ters yüz edilmektedir. İktidar partisinin uygulamalarına öyle ya da böyle gönüllü gönülsüz onay veren bürokrasi de ne yapacağını bilemez halde. Savunulması imkânsız skandalları bile büyük bir başarı ve hiç utanma emaresi göstermeden savunanlar bir yana, kuşku ile bekleyenler bir yanadır. Osmanlıda da böyle miydi bu işler?

Osmanlı'nın çöküş olarak adlandırılan aslında epeyce önce başlamış, farklı etnisitelerin Osmanlı'dan kopma döneminin muhalif aydınlarının önemli bir kesimi devlet hizmetinde bulunmuş bürokratlardır. Batının aydınlanma fikirlerinden etkilenen bürokratların git gelli bir hayatı vardır. Bu durum bir yandan isyancıları denetim altında tutmak için padişahların kullandığı bir tür aba sopa yöntemi, bir yandan da isyancı bürokratlardan duyulan korkunun sonucudur. Zamanın bürokratları yönetimdeki üst düzey değişikliklerden etkilenmekte, gelenle gelmekte gidenle gitmektedirler. Devlet- hükümet “ayrımı” konusu daha karmaşıktır tartışılması gereken önemli bir konudur ama bir başka yazıya kalsın. Biz bu yazıda Osmanlı bürokratının durumunu anlamaya çalışalım.

MUHALİF BÜROKRATLAR ÇAĞI

Osmanlıda aydın bürokratlardan birisi de gerçek adı Abdülhamid Ziyaeddin olan Ziya Paşa’dır. İnişli çıkışlı devlet memurluğu Mustafa Reşit Paşa’nın sadrazamlığında Saray Mabeyn Katipliğine girmesiyle başlıyor, Ali Paşa Sadrazam olunca da Saraydan uzaklaştırılıyor. Ama devlet memurluğu sona ermiyor. Zaptiye Nezareti (İçişleri bakanlığı) Müsteşarlığında görevlendiriliyor, Kıbrıs ve Amasya mutasarrıfı (valisi) oluyor. Bosna bölgesi müfettişliğine atanıyor. Bu arada isyancı aydınlardan oluşan Yeni Osmanlılar Cemiyetine giriyor. Tekrar Kıbrıs Valiliğine atanınca da Paris’te bulunan isyancılardan Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısıyla, devrin şöhretli isyancılarından Namık Kemal ile birlikte Paris’e kaçıyor. Orada Fazıl Paşa’nın desteği ile ve Namık Kemal ile birlikte Hürriyet gazetesini çıkarıyor. Fakat Sarayla anlaşan Fazıl Paşa desteğini çekip İstanbul’a dönünce Ziya Paşa da Paris’i bırakıp Cenevre’ye geçiyor. Ziya Paşanın maceralı yaşamı daha sonra yine bir üst düzey bürokrat olarak devam ediyor. Kendisini görevden alan Sadrazam Ali Paşa ölünce İstanbul'a dönen Ziya Paşa Maarif Nezareti müsteşarlığına atanıyor. Namık Kemal'le birlikte Kanun-i Esasî Encümeni'nde yer alıyor.

Ve sonunda II. Abdülhamid Ziya Paşa’nın İstanbul’da bulunmasını sakıncalı buluyor, vezirlik rütbesi veriyor ve Suriye valiliğine gönderiyor. Oradan Adana valiliğine atanıyor. Ünlü Terkib-i Bend şairi Ziya Paşa burada ölüyor.

ZİYA PAŞA'DAN GÜNÜMÜZE

Mısralar arasında gezinmek iyi gelecektir bize. İyi gelecektir çünkü bu dizelerde zamanımıza, zamanımızın kahramanlarına denk düşen pek çok değinme var. Örneğin gözünü ufuktaki parlak ışıklara dikip önündeki kuyuyu görmeyenler için şu beyit pek öğretici değil midir? “Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim /gaflet ile görmez kuyuyu rehgüzerinde.”

Zamanımızla günümüz siyaseti ile ne ilgisi var denilirse bir iki satır kelam etmek herhalde yerinde olur. Çünkü şimdi de tıpkı Ziya Paşa zamanında olduğu gibi gökte yıldız ararken dalıp gittiğimiz, hayal aleminin ışıkları içinde kendimizden geçtiğimiz, tam önümüzdeki çukura düşmek üzereyken uyanıp eyvah demiyor muyuz? Sık sık başımıza gelmiyor mu bu uyku hali? İşte siyasette de bugünlerde “kazandık pek bir şey kalmadı, geliyor gelmekte olan, ne yapsalar boştur artık” derken turfa demek haksızlık olur ama tecrübeli bunca siyasinin arada bir önlerine bakmaları gerekmez mi? Gaflet ile görmez de içinden çıkamayacağımız susuz bir kuyuya düşersek, bu felaket günlerinde yitirdiğimiz 50 bine yakın cana, sayıları yüzbinleri aşan yakınlarına, acıyı paylaşan yurttaşlarımıza, açlık çeken, enflasyondan bunalmış, paramızın her gün değer yitirmesinden paniğe kapılmasına ramak kalmış insanlarımıza haksızlık, dahası ihanet olmaz mı? Bakın işte insanların çaresizlik içinde “olsun artık ne olacaksa” çaresizliğine teslim olmalarını bekleyenler panik halinde de olsa yeni yeni planlar kuruyor, yeni icatlar çıkarıyorlar. Ziya Paşa işte yıllar yıllar öncesinden uyarıyor bizleri; gelin turfa müneccim olmayalım, arada bir önümüze bakalım, yoksa yine Ziya Paşanın anlattığı duruma düşeceğiz, “Eyvah bu baziçede bizler yine yandık / Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık” diyeceğiz.

KRİZİ FIRSATA ÇEVİRENLER

Halimiz ufukta bir zafer görünse bile pek iyi değildir; çünkü milyonla götürenler doların halinden pek memnundurlar; bunca cana mal olmuş depremdir, krizdir, bunalımdır onları fazla ırgalamamakta, hatta krizi fırsata çevirmenin faziletleri üstüne nutuklar söylemekte, halka ise sabır tavsiye etmektedirler. Artık biz de “zaman kısalıyor ne götürsek kardır”, “ne var bunda yaptığımız yasaldır” diyenleri görmeyelim mi? Onlar tıpkı Ziya Paşa’nın anlattığı gibi “Milyonla çalan mesned-i izzette ser-efraz / Birkaç kuruşu mürtekibin cay-ı kürektir” demiyorlar mı? Kimdir bunlar diyen çıkarsa, anladınız aslında kimdir kimlerdir ama hemen söyleyelim: “Onlar ki verir laf ile dünyaya nizamat / bin türlü teseyyüp bulunur hanelerinde” diye tarif ettiği zevattır Paşa’nın. Onlarla ilgili, daha doğrusu o yıllardan bu yıllara eskimeyen tariflere göre, tembellikte rakip tanımayanlar için daha derin sözler söylemekte, tarifini derinleştirmektedir Ziya Paşa; “İmân ile din akçadır erbâb-ı gınâda / Nâmus u hamiyyet sözü kaldı fukarada” Tamam, zenginlere iman ile para, fukaraya namusla hamiyet kalmışsa, buradan insanlık alemine bir gönderme yapmaya hakkımız yok mudur? Öyleyse Ziya Paşa’nın sorusu pek yerindedir: “Ebnâ-yı beşerde kalacak mı bu muâdât / Bilmem ne zaman doğrulacak mezheb-i âlem.” Yerindedir, çünkü insanlık aleminde muâdat, çatışma ancak ve ancak insanlık ayağa kalktığında sona erecektir. Ne zaman doğrulacak mezheb-i alem sorusu da pek yerinde ve yanıtı bizde olan bir sorudur.

Bu sorunun yanıtını bulabilmek için, yaşamaktan vazgeçmeyelim ama, Ziya Paşa’nın pek güzel tarif ettiklerinden, “İç bade güzel sev var ise akl- ü şuurun / Dünyâ var imiş yâ ki yok olmuş ne umurun” diyenlerden olmayalım, Ziya Paşa’nın “Sâkî içelim rağmına softa harisin / Kim maksadı kevser emeli hûr-ı olandır” sözünü de yabana atmayalım. Öyleyse biz de doymak bilmez softalara, kendi kendilerine kevser şarabı ve huriler müjdeleyenlerle birlikte de olmayalım; onları bir güzel anlatmalı ki çocuklarımız yanlış çadırlardan uzak dursun.

***

Terkib-i Bend yazarı Osmanlı'nın son döneminin ilginç kişiliklerinden birisidir. Başta söylediğimiz gibi ilginç olan o dönem bürokrasinin üst katlarında yer alanların aynı zamanda muhalif politikacılar olmalarıdır. Ziya Paşa örneğinde olduğu gibi üst bürokraside yer almakta, sürgüne gitmekte döndüğünde yine bürokraside önemli makamlara gelebilmektedirler. Osmanlı devleti bürokratlarından vazgeçemiyor, aba sopa yöntemiyle yanında tutmaya gayret ediyor, başarılı olamazsa Payitaht’tan uzaklara sürüyor ya da son çare Mithat Paşa örneğinde olduğu gibi boğuyor. Unutmak olmaz anlatılanlar devlet ile hükümetin aynı şey olduğu gerçeğinin kanıtıdır ama bu durumda bile bile itirazın isyanın önlenmesi mümkün olmayabiliyor…

O zamanların egemenleri sonsuz iktidar iksirini keşfedemediler, boşa kürek çektiler, memleketi de harap ettiler. Çok uzun yaşasalar da  onlar da nihayet siyasi ömürlerini bir büyük kavganın içinde yanlış tarafta tamamladılar.

Ziya Paşa “Seyr etdi hevâ üzre denir taht-ı Süleyman / Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde” derken işte bunu anlatıyordu ve ne güzel anlatıyordu…