Çaresiz iktidarın son sığınağı Schmitt mi?

Türkiye henüz Schmitt tezlerinin gündemde olduğu bir ülke değildir. Ne zaman ki iktidar partisi ya da bloku “seçimleri yitirse de devletin bekası için iktidarı terk etmesinin, devretmesinin söz konusu olmadığını” söyler ya da niyetlenirse, eli kolu bağlı beklemek muhalefete yakışmayan bir tutum, bir siyaset olacaktır.

Durum pek iyi değildir, hatta hiç iyi değildir. Adım adım sertleşen, siyasetin doğal diline dönüşen şiddet diliyle, 6 yaşa kadar inen cinsel saldırılarla, her gün çetelesi tutulan kadınları hedef alan cinayetlerle tanımlanan, Ekrem İmamoğlu kararıyla hukukun son kırıntılarının da karanlığa süpürüldüğü zamanlardayız.

Bir iki soru yaşadığımız bu alacakaranlığı resmetmeye yetecektir.

Şiddet artıyor; sokakta kendini gösteren zorbalığın, “kadın evde otursun, 6’sında evlenebilsin” diyen yobazın, ne yasal ne de meşru olan tarikatların, yargıda zirveye çıkan hukuksuzluğun, her yerde, Meclis’te bile pervasızca boy gösteren kabadayılığın cesareti nereden aldığı konusunda kuşkunuz var mı? Bu süreç nereye doğru evriliyor, kendiliğindenmiş gibi görünen sürecin bilinçli mimarları kimler bilmiyor muyuz?

***

Benzetmeler topaldır ama yine de işe yararlar. Şimdi karşı karşıya olduğumuz durum pek çok kez dile getirmeye çalıştığımız, beceriksiz tekrarlarla okuru adeta bıktırdığımız Führer’in baş hukukçusu Carl Schmitt’in “olağanüstü halin meşruluğu” tezlerinin günümüz koşullarında farklı mekânda, zamanda kendini göstermesi, başka kılıklar altında ortaya çıkması değil mi?

Schmitt’e döneceğiz, ama önce durumu özetleyelim: Görünen, iktidar partisiyle ortağının azalan halk ve seçmen desteğinin farkında olduğu, bu nedenle iktidarda kalmanın farklı yollarını aradığıdır. Temsili demokrasi halkın gerçek bir temsiline hiçbir zaman izin vermez, ama bu kez iktidar bloku için temsili demokrasi bile durumu kurtarmaya yetmeyecekse, hangi seçim sistemini uygularsanız uygulayın, sonuç değişmiyorsa, hileli yollar -geçmişte çok denendi, son yerel seçimlerde işe yaramadığı net bir şekilde görüldü- işe yaramıyorsa ne yapacaksınız? Sizi sahte de olsa “meşru” kılacak tezlere, bu tezlere uygun yollara, yöntemlere ihtiyaç duyarsınız. İşaretler bunu göstermiyor mu? 

***

Durum böyleyse ne yapmak gerekiyor? 

Siyasetin nereye doğru, nasıl, hangi hızla evrileceğini bilmiyorsanız pek bir şey yapamazsınız. Peki bunu bilmek geleceği, olasılıkları öngörmek, olumsuz gelişmeleri önlemek mümkün müdür? Belirtilere bakacak, onları yorumlayacak, ne yapalım başa gelen çekilir diyen “mütevekkil ya da konformist” izleyici değilsek değiştirmek için etkin yöntemlere başvurmayacak, çaba göstermeyecek miyiz?  O zaman yanılma payını hesaba katarak çok da uzak olmayan bir tarihteki örneklere bakalım. Örneğin Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya. İkinci Savaş sonrasında müttefiklerin yargılamak yerine parlatmakta yarar gördüğü “büyük” hukukçu Carl Schmitt ve kuşkusuz “büyük” filozof Heidegger zamanlarına gidelim. Karanlık çağın makbul Filozofunu ve her derde deva, uyum yeteneği büyük “dasein”ını bir yana bırakalım; ama hukukçunun parlak tezleri durumu açıklayabilir.

***

Carl Schmitt’in çok basit bir şeması var aslında. Birinci ilke; belli bir amaca sahip mücadelenin, yani siyasetin var olabilmesi için bir “düşman”, bir “öteki” gereklidir. Aynı anlama gelmek üzere “dost”- “düşman” ayrımı birer metafor ya da simge değildir. Siyaset, siyasetin anlamı, varlığı, devletin bekası, ötekinin, düşmanın varlığına bağlıdır. 

İkinci ilke; devletin bekası amacını hukukun zincirlerinden kurtarmaktır. Güçlendiği, tehlikeli olduğu varsayılacak bir düşman varsa, önlem almak kaçınılmaz ve meşru olacaktır. Hukukla devletin bekasını karşılaştırdığınızda hukuk değil devletin bekası seçilecektir; o zaman “geçici” bir süre için hukuku askıya almak gerekli olur. Hukukun bağlayıcılığından, bekayı tehlikeye sokan zincirlerden kurtulmak zorunludur. 

Üçüncü adım ya da ilke; bu koşullarda yani olağanüstü hâl koşullarında devlet otoritesinin, karar verici organın, yeni bir hukuk tesis etmesidir. Bunun için bilinen geçerli hukuka gereksinim duyulmayacaktır.

Kuralı şöyle formülle eder Schmitt: “Souveraen ist, wer über den Ausnahmezustand entscheidet” yani “Olağanüstü hale kim karar verirse egemen odur.” Burada birleşik “Ausnahme-zustand” kelimesindeki “Ausnahme” sözcüğünün anlamı “istisnadır.” İstisnayı kim belirliyorsa egemen de, yasa koyucu da, meşruiyetin kaynağı da odur. 

Geriye kalan istisnaya karar vermek, olağanüstü hâl kararı verecek olanın egemenliğini tescil etmektir. Yani meşruiyetini kendi ilan ettiği olağanüstü halden alan, kendi kurallarını kendisi koyan bir egemenlikten söz ediyor Carl Schmitt. Burada sorun bu türden bir olağanüstü halin sürekliliğinin nasıl sağlanabileceğidir. Her ne kadar olağanüstülükten söz edilse de onun geçiciliği varlığı ile çelişir. Öyleyse olağanüstü hâl düşmanın sürekli varlığı ile bağlanacak, sürekliliği de böylece sağlanacaktır. Bu tezlerin Almanya’da denendiği, içerdeki düşmanın varlığının sürekliliği için dışardaki düşmanın varlığının ve savaş zorunluluğunun kendini dayattığı, sonunda Schmitt sorumlu tutulmasa bile tezlerinin her iki savaşı da kaybettiğini biliyoruz.

***

Önümüzdeki günlerde bizi ne bekliyor diye soruyor, yanıt arıyorsanız, Schmitt’in tezlerinin farklı mekânda, zamanda kendine bir hayat alanı aradığını savunabilirsiniz. Ötekileştirmenin, devlete millete ihanet suçlamalarının zirveyi zorladığını biliyoruz; iktidar kanadınca ısrarla yinelenen sözcüklerinden birisinin de “beka, devletin bekası” olduğunu da her gün duyuyor, dinliyoruz. Sanal bir tehlike bir tehdit olarak dayatılan devletin bekası amacını hukukun cenderesinden kurtarma çabalarını görebiliyor muyuz peki? Çok fazla örnek aramaya gerek yok; son Kaftancıoğlu ve İmamoğlu kararları, AYM kararlarının uygulanmaması, AİHM’ne kulak tıkanması, parti kapatma davası, gözaltılar vs... Ama aynı zamanda yönlendirilmiş bir temsili demokrasi için eşitsiz koşullarda gelişen seçim hazırlıkları, birbirini izleyen yasa değişiklikleri, iktidarının gereksinimlerine göre şişen torba yasalar ve kararnameler. 

*** 

Schmitt’in tezleri özetle anlattığımız gibidir. Peki bu teori, bu pratik Türkiye’deki duruma uyuyor mu? Uysa, benzese bile Türkiye’de tekrarı mümkün mü? En azından iktidar kanadından kimilerinin “neden olmasın” hevesinde olduklarını görebiliyoruz. Ama Führer’in Almanyası, 1.Dünya Savaşı’nı yitirmiş, yenilginin ağırlığını üstünden atamamış, şovenizme açık bir ülkeydi; bir dizi hatanın kurbanı, yoksa sahibi mi demeli, Sosyal Demokratlar, Komünistler yükselen milliyetçi dalgaya karşı duramadılar. Oylarını artıran NSDAP’ye Reichstag provokasyonu gibi bir kıvılcım yetti. “İstisna hali” nin koşulları oluşmuştu.

Türkiye’de ise yükselen değil, halk desteğini her gün biraz daha yitiren bir siyasi bloktan söz ediyoruz. Yine de bu kez iktidarı kazanmak değil, yitirmemek için Schmittyen tezlere, istisnaya sarılmayı denemeleri mümkündür. İktidar bloku ağırlaşan, yakın bir çözüm görünmeyen ekonomik bunalımın, iflas etmiş siyasetin, her şeye karşın güçlenen ve kitle desteği artan muhalefetin köşeye sıkıştırdığı, güçten düşmüş bir bloktur. Köşeye sıkışan güç çılgınlaşma eğilimi gösterebilir. “Ya herru ya merru” deyimi bu tür çaresizlikler için söylenmiştir.  Bunu önleyebilecek, demokrasiyi her koşulda savunabilecek farklı eğilimlerde güçler Türkiye’de var; ama siyasi irade var mı?

İşte hızla ortaya çıkması gereken, beklenen odur.

*** 

Türkiye henüz Schmitt tezlerinin gündemde olduğu bir ülke değildir. Ne zaman ki iktidar partisi ya da bloku “seçimleri yitirse de devletin bekası için iktidarı terk etmesinin, devretmesinin söz konusu olmadığını” söyler ya da niyetlenirse, eli kolu bağlı beklemek muhalefete yakışmayan bir tutum, bir siyaset olacaktır. İşte o zaman muhalefet “ey Carl Schmitt geldinse masaya üç kere vur, biz de ruh çağırma işkencesinden kurtulalım, ne olacaksa olsun” demeyecekse, olasılıkları şimdiden düşünüp önlem almanın, kazanılmış olanı yitirmemenin yollarını aramalıdır…