Anılar, anılar...

Evet, anılar güzeldir; insana anımsatır, öğretir, düşündürür… Bence herkes tarihe tanıklık ettiğini düşündüğü anda anılarını yazmaya başlamalı.

Anıların en keyifli okuma deneyimlerim arasında olduğunu söylemiştim: “Tam olarak nereye
oturtacağımı da bilemem; kimi zaman bir roman, bir öykü tadındayken, kimi zaman kendimi ciddi bir
teorik yapıtı okurken bulurum. Sadece anılardaki bu gelgitler değil, asıl sevme nedenim içerdikleri
olağanüstü öznelliktir. Öyle ki, Attila İlhan’ın deyişiyle ‘anıları okuyan insanların uyanık olması lazım,
yani anıda ne söyleniyorsa onu yüzde yüz gerçek diye almaması lazım. O dönemi biraz düşünmesi
veya o dönem hakkında biraz bilgi edinmesi yararlı olur.’ Elbette anı yazarı nasıl baktığı yerden
yazarsa, okur da istediği yönden okuyabilir.” (1)

Böyle bir anımsatmayla başlamamın nedeni bu haftanın ilk iki kitabı. Birincisi, Mükerrem
Şehitoğlu’nun Toprağın Kızı isimli öğretmenlik anıları. 1960’lı yılların sonlarında bir köy okuluna atanır
Şehitoğlu ve on yılı aşkın bir süre burada çalışır. Kitap esas olarak bu dönemi anlatıyor. Bir öğretmen
olarak neredeyse hiçbir olumsuzluk yaşamadan, başarılı ve mutlu yıllar geçirir. Evet, yazarın dünyaya
olumlu yönden baktığına kuşkum yok ama kitap haline gelince olmuyor. Bunu okuyan yeni
öğretmenleri yanlış yönlendireceği kanısındayım. Bugün köy okullarının sayısının çok azaldığı
biliniyorsa da biraz perifere giden tüm öğretmenleri düş kırıklığına uğratacağını sanıyorum. Bence
olumlu yönler kadar olumsuzluklar da anılarda yer almalı ki, dönemi anlatmaya katkısı olabilsin.

Kitaptan aklımda kalan şu cümleler oldu: “Birinci sınıfları okutmanın zevkine doyum olmaz.
Okumaya hazır çocuklar, tıpkı mısır patlar gibi peş peşe okuma ordusuna katılırlar.”
İçten bir
benzetme.

KÜNYE: Toprağın Kızı. Mükerrem Şehitoğlu. Alp Yay., 2018. Sahaflarda 30-130 TL arası.

Bugünün ikinci kitabı İlim ve Hizmet Yolunda’da Mehmet Kaya, bilmediğim bambaşka bir dünyayı
anlatıyor. Din eğitimi (enformel) almaya (ve sonrasında vermeye) çalışan Kaya’nın sadece dünyası
değil, yazım biçimi, hatta imla kuralları bile farklı. Örneğin “inşaAllah” yazması gibi. Kaya nesnel
dünyaya geldiği zaman da yorumlarına katılmak olası değil; 12 Eylül darbesini devrim olarak
nitelendirmesi gibi. Zaten sonunda iş AKP propagandasına kadar geliyor.

Kaya’nın anlattıkları kimi zaman yaşamın olağan akışına da uymuyor. Örneğin müftü, imamı yanına
çağırmak için bir adam yolluyor. Adam, önce imamla görüşüyor, sonra beraber namaz kılıyorlar, halâ
kendisine bir şey söylemiyor. Namazdan sonra cemaate dönüp, “imamınız birkaç saat burada
olamayacak” diyor. Yaşam böyle akmaz.

Anlatılanların birçoğunun da dönemi düşününce veya araştırınca uydurma olduğu o kadar açık ki:

*1960’lı yılların ikinci yarısında pasaport için başvuran bir kişiyi polis, ‘şapkası yok’ diye geri çevirir.
Vatandaş gidip şapka alıp polise gösterince pasaportu verilir! (s.64)

*Lozan Anlaşmasıyla Türkiye’nin Arap ülkeleriyle ticaret yapması yasaklanmıştır! (s.73)

*Kızlarımızın hamile döndüğü, fuhuş yuvası halini alan Köy Enstitüleri vardı! (s.88)

Eğer özellikle yapmıyorsa, bu nasıl bir kafa? Yine de bazı şeyleri ağzından kaçırıyor: Refah Partili
Bakan Şevket Kazan döneminde sınavsız, başkalarının önüne geçerek yurt dışına gönderilmesi ve
devletteki tüm işlerini ‘parti’ aracılığıyla çözmesi gibi (s.120-124). Aslında bunlar başka bir şeye de
işaret ediyor; AKP döneminde yaşadıklarımız hiç de yeni şeyler değil, sadece dozu arttı o kadar.
Anımsatayım, Şevket Kazan’ın 1997 yılındaki bakanlığından söz ediliyor.

Evet, çok şeyi unutuyoruz ama öyle olmamalı. “Belki bazı anıları bellekten silmek, kişi için bir
rahatlamayı hatta yaşama daha güzel bakmayı getirebilir ama bu hiç de gerçekçi değildir çünkü dünya
bu duygulardan bağımsız akıp gitmektedir insanın dışında. Kişiye sadece her yeni kötülük karşısında
şaşırıp kalmayı bırakarak; sanki bu durumla ilk kez karşılaşılıyormuş gibi. Bunun ne zararı var
diyebilirsiniz ama bence çok. Her kötülüğü yeni olarak değerlendirmek, olayların arkasındaki gerçek
gücü gizlediği gibi, direnmeyi de zorlaştıracaktır.” (2)

KÜNYE: İlim ve Hizmet Yolunda. Mehmet Kaya. Yayınevi ve tarih yok. Bulması güç, meraklısı ile
paylaşabilirim.

Sabiha Sertel’in Roman Gibi başlığıyla 1919-1950 yılları anılarını kapsayan kitabında tam da bu
söylediklerimle ilgili çok sayıda örnek var. Hepsini tek tek yazmayacağım ama Sertel’in kendisinin ve
elbette eşi Zekeriya Sertel’in, neredeyse düzenli bir biçimde “devletin manevi şahsiyetini tahkir ve
tezyif etmek” suçlamasıyla yargılandığını söylemeliyim. Evet, 2022 Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 180
ülke arasında 149. sıradayız ama eskiden beri bu konuda devletin hep sabıkası olmuştur. Örneğin,
Şeyh Sait isyanı bahane edilerek TKP Genel Sekreteri Dr. Şefik Hüsnü ve arkadaşlarına hapis cezası
verilmesi, gazetelerin kapatılıp, Zekeriya Sertel’in mahkûm edilmesi, FETÖ darbe girişimi nedeniyle
Barış İmzacıları’nın bir kısmının akademiden tasfiyesi ve bazı sol yayınevlerinin kapatılmasından çok
mu farklı? Veya Tan gazetesi çıkartılırken Menderes-Bayar ekibiyle bazı sosyalistlerin bir araya
gelmesi AKP’nin ‘akil adamlar’ını anımsatmıyor mu? Veya 1938’de birkaç askeri öğrenciye kitaplarını
imzaladı diye Nazım Hikmet’e 14 yıl hapis cezası verilmesiyle Osman Kavala davasının benzerliklerini
görmek o kadar zor mu? Demek istediğim egemen gücün refleksi hep aynı ama dozu değişiyor.

Elbette Roman Gibi sadece bunları anlatmıyor. Türkiye basın tarihinde çok önemli bir yeri olan
Sertellerin Osmanlı’dan başlayarak çıkarttıkları gazetelerle ilgili ayrıntılar, Kurtuluş Savaşı sırasında
Sabiha Sertel’in ABD’de yardım toplaması, Cumhuriyetle birlikte çocuk sorunu konusunda ilk alan
çalışmasını yapması ve proje hazırlaması, Tan gazetesinin yazarları, örneğin Sabahattin Ali, ile ilgili
anılar çok değerli. Nazım Hikmet’in ‘Putları Kırıyoruz’ kampanyası yine anılarda önemli yer tutuyor.

KÜNYE: Roman Gibi. Sabiha Sertel. Sahaflarda çeşitli yayınevlerinden baskıları var, fiyatları 70-500 TL arası.

Geçtim Niyazi Altunya’nın anılarına. Altunya bu ülkenin en önemli eğitim yazarlarından ve
örgütçülerinden. (3) Zaten yazdığı kitaplar da bunu ortaya koyuyor. Kitaplarında kendi deneyimlerini
anlatması bir yana, hakkında hazırlanmış bir de armağan kitap (4) var ki burada da yaşamını özetliyor.
Bunları yazmamın nedeni, Altunya’nın anılarını yazdığı Uzunkoşu’yu elime alırken daha farklı şeyler
okuyacağımı ummamdı. Doğrusunu söylemek gerekirse tam olarak böyle olmadı ama yine de;

*Savcı Doğan Öz’ün öldürülmesinden birkaç gün önce, Gazi Eğitim Enstitüsü’ndeki faşist işgale karşı
dava hazırlığına başladığını öğrenmek,

*Askerlik yapan erlere okuma yazma öğretmek için açılan ‘Ali Okullarını’ anımsamak,

*1971 yılında Yozgat’ta kadınların sokakta mini etek giyebildiğini bilmek,

*Altunya’nın sıkı bir belge avcısı olduğunu öğrenmek iyi oldu. Altunya’nın, kimi zaman tam
yakılacakken veya hurdaya gidecekken kurtardığı, çoğalttığı belgeleri yayınlayarak araştırmacıların
kullanımına açtığını öğrenmek benim için önemli ayrıntılardı.

Sistemin refleksleri bağlamında değişimin sadece nicelikte olduğunu Uzunkoşu’da da izledim. Yıllar
önce ‘ölçütleri sağlayamadığı için öğretmen olarak alınmadığı okula torpille müdür olarak gelen
kişiler’ veya daha genel anlamda başarılı kişilerin önünün kesilmesi örneklerini Altunya da veriyor.
Elbette doz AKP dönemiyle kıyaslanmaz.

KÜNYE: Uzunkoşu. Niyazi Altunya, Cumhuriyet Yay., 2022. Liste fiyatı 120 TL.

Kitapta yadırgadığım, daha doğrusu bir anı kitabında olmaması gerektiğini düşündüğüm yerler de
vardı. Aslına bakarsanız bunlar, bir sonraki kitap için, Mustafa Kaymakçı’nın Rodos’tan İzmir’e kitabı
için de geçerli. Bence bazı özel ayrıntılar, örneğin aile bireylerinin anlatıldığı bölümler genel okurun
ilgisini çekmeyebilir. Torunların fotoğrafları da bu bağlamda düşünülmeli. Ya da örneğin bir kişiden
söz ederken ‘iyi bir insandı’ demek, eğer anlatılan kişinin tanınırlığı düşükse okur için fazla bir şey
ifade etmeyebilir. Ama, ‘iyiydi çünkü komşusunun yol vergisini ödemişti’ gibi bir anlatım, toplumsal
koşulları, yol vergisinin o dönemdeki önemini vs. anlatır ve hem iyi sözcüğünün ayakları yere
basarken, hem de genel okur için anlamlı hale gelir.

Bir de anılarda kişilerin isimlerini açık halde yazmamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Kişisel
kanım, eğer olayın üzerinden artık kişilere zarar veremeyecek kadar bir süre geçmişse ve özellikle o
kişiler hayattaysa, isimleri açık olarak yazılmalı. Bunun iki başlıkta yararı var. İlki, o kişilerin yanıtlama
hakkı engellenmemiş olur. İkincisi ve belki daha önemlisi, okur adı gizlenen kişiyle ilgili yanlış bir
tahminde bulunabilir ki, bu da yazarı amacından iyice uzaklaştırır.

Rodos’tan İzmir’e’nin alt başlığı ‘68’li Göçmen Bir Bilimcinin Anıları ve Düşün Dünyası’. Yani
Kaymakçı sadece anılarını yazmayacağını en baştan belirtiyor. Ancak yine de keşke anılarını uzun
uzun, açık açık yazsaymış diyorum. 1945 doğumlu olan Prof. Dr. Mustafa Kaymakçı, emekli ziraatçı.
Türkiye’de akademinin ve tarımın çalkantılı yıllarına bizzat tanıklık etmiş, hatta tanıklıkla kalmayıp
öğretim üyesi ve tarım emekçisi örgütlenmesi için uğraşmış. Bedel de ödemiş; 12 Eylül yönetimince
üniversiteden uzaklaştırılmış. Demek istediğim, çok şey yaşamış, çok şey görmüş olduğundan en ufak
bir kuşkum yok. Ama keşke bunları yazsaymış diyorum; üstü kapalı değinilmiş gibi.

Kaymakçı kitabında, ‘düşün dünyası’ başlığı altında dünyaya, Türkiye’ye, bilime, ekonomiye bakışını
anlatıyor. Bana kalırsa, eğer anılarını anlatırken ayrıntılara girmiş olsaydı, ayrı bir bölüm halinde
aktardığı görüşleri, kitabın bütünü içerisine yedirilmiş bir biçimde verilebilirdi.

Ayrıntılar gerçekten önemli, Konak’taki bugünkü katlı otoparkın yerinde 1950’li yılların başlarında
cezaevi olduğunu öğrenmek bana ilginç geldi. Sanırım bundan sonra o otoparka farklı bir gözle
bakacağım.

KÜNYE: Rodos’tan İzmir’e. Mustafa kaymakçı. Dağarcık Türkiye Yay., 2023. Liste fiyatı 100 TL.

Son bir nokta, Mustafa Kaymakçı’nın Türkiye’de kapitalist paradigmaya karşı çözüm önerileri
arasında yer alan toprak reformunun, Sabiha Sertel’in Türkiye’de demokratik devrimin tamamlanması
için en önemli etken olarak gördüğünü söylemeliyim. Sadece Roman Gibi’de veya Rodos’tan
İzmir’e
’de değil, her ikisi de pek çok yazısıyla konuyu gündemde tuttu/tutuyor. Sertel’in bayrağı
Kaymakçı’da.

Bir de kendi tanıklıklarını değil de başkalarının anılarını aktaranlar var. Şimdilerde pek kalmadı ama
eskiden böyle yayınlanan Atatürk kitapları bulunurdu. Bende de bir iki tane var; örnekse İsmet Kür’ün
hazırladığı Anılarıyle Atatürk. Kitabın bendeki ilk baskısının yayın tarihi yok ama ikinci baskıyı 1966
yılında yaptığını buldum. İsmet Kür öğretmen, aynı zamanda edebiyatçı Pınar Kür’ün annesi. Elbette
aktırılan başkalarının anıları olunca ister istemez anıların o en güzel yanı olan öznelliği ve böylece
duygusu kayboluyor. Ancak yine de insan bildiğini sandığı olayların farklı bir anlatımını bulabiliyor:

Atatürk’ün 1922 yılında, yani henüz savaş sürerken Ankara’da topladığı eğitim kongresinde salona
girdiğinde kadın ve erkek öğretmenlerin ayrı ayrı oturduğunu görmesi ve buna tepki gösterip
müdahale etmesi pek çok açıdan önemli bir hamledir. Anılarıyle Atatürk’te aynı olay başka türlü
anlatılır: Oturma düzeni anlattığım gibidir ama bunun farkına Atatürk değil de bir grup softa varır ve
doğru Mustafa Kemal’e çıkıp kadın ve erkek öğretmenlerin aynı salonda bulunmalarından rahatsız
olduklarını söylerler. Atatürk hemen Muallimler Birliği Reisi Mazhar Müfid’i çağırır ve sertçe sorar,

  • Siz Muallimler Birliği içtimaında ne yapmışsınız? Ne ayıp şey bu. Ne ayıp şey!..

Mazhar Müfid kekeler:

  • Vallahi efendim.
  • Bırak, bırak.. Ben hepsini biliyorum.. Efendilerden dinledim.. Toplantıya muallime hanımları da
    çağırdınız..
  • Fakat efendim.
  • Evet, muallime hanımları çağırdınız ve onları ayrı sıralarda oturttunuz.. Neden?.. Neden ayrı
    sıralara oturuyorlar? Bir daha böyle ayrılık görmeyeyim.
    (s.36-7).

Hangisi doğru bilmiyorum ama ben ikinci versiyonu daha çok sevdim, sanırım dincilere karşı
doğrudan hareket olduğu için.

Dikkatinizi çekmiştir, kitabın ismi Anılarıyle Atatürk, ‘Anılarıyla’ değil. Bir dönem, ses uyumuna
bakılmaksızın ‘anıları ile’ sözcükleri ‘anılarıyle’ biçiminde birleştirilirdi, sonra değiştirildi. Yine, son
alıntıdaki iki nokta (..) kullanımını da fark etmişsinizdir. O yıllarda üç noktadan farklı olarak, daha kısa
nefes alma süresini vurgulamak için kullanılırdı, artık o da yok.

KÜNYE: Anılarıyle Atatürk. İsmet Kür. Sahaflarda çeşitli yayınevlerinden baskıları var, fiyatları 5-300 TL arası.

Evet, anılar güzeldir; insana anımsatır, öğretir, düşündürür… Bence herkes tarihe tanıklık ettiğini
düşündüğü anda anılarını yazmaya başlamalı. Üstelik artık yayıncı aramak da gerekmiyor, dijital
ortam var.

(1) Günal İ. Her bilim insanı anılarını yazmalı. soL gazete 17.11.2014
(2) https://ilerihaber.org/yazar/unutmamak-gerek-119759
(3 https://ilerihaber.org/yazar/gercek-bir-egitim-emekcisi-niyazi-altunya-128665
(4) Aydınlanmanın Öğretmeni Niyazi Altunya. Haz.: Rifat Güler, Gökhan Bal. YKKED Yay., 2021.