Ahmet Şık kürsüdeydi

Bir şeyleri eksik yapmış olmalıyız. Yoksa böyle olmazdı. Hepimiz eksik nerede bulmak zorundayız.

Ekrana bakıyorum. Ahmet Şık kürsüde. Her zamanki dik tonuyla “ama Canan sizden korkmaz” derken gülümsüyor. O müstehzi gülümsemenin içinde gerçek bir cesaret var, bir de daha önce defalarca gördüğü hainliğe yeniden şahit olmanın ve aslında hiç şaşırmamanın verdiği derin öfke. Zaten Canan’ı yakında içeri alacaklarını da ilk o söyledi geçenlerde. Bugünün geleceğini biliyordu.

Ekranda onu izlerken düşünüyorum. Peki neden böyle? Niye zaten önceden bildiğimiz şeyler geliyor başımıza.  Zihnimden hayatımda bir adliyeye girdiğim o ilk gün geçiyor. Ne zaman bir adaletsizliğe şahit olsam yeniden yaşıyorum aynı günü ve içimdeki isyan ateşi tekrar alevleniyor.

1984 yazı, çırak olarak çalışıyor, bir kuaförde yerleri süpürüyorum. Üniversite sınav sonucumu beklerken o kadar gerginim ki bir şeyleri temizlemek iyi geliyor. Fakülteyi kazandığım belli olunca ilk işim ağır ceza reisi Kasım amcanın duruşmalarını izlemeye gitmek olmuş. O zamanlar mahkeme salonunda her şey ahşap, yerlerdeki ziftli rabıtaların kokusu bana adaletin kokusu gibi geliyor. Şimdi adliyeler safi beton.

O günün ilk duruşması, iki çocuk getiriyorlar içeri. Mübaşir ben hariç herkesi dışarı çıkartıyor, nedenini anlamıyorum, henüz 17 yaşındayım. Meğer gizli celseymiş. Bilekleri kelepçeli biri geliyor, başı öne eğik. Fiili livata… Köyden iki kardeşmiş çocuklar. Midem bulanıyor, mahkeme salonuna kusmamak için derin nefesler alıyorum. Yeterli delil toplanamamış, salıveriyorlar adamı.

Bugün 301 madencinin anması var. Avukatlarından Selçuk Kozağaçlı 1334 gündür, Can Atalay 17 gündür tutuklu. Soma’nın sorumluları dışarıda. Ay sonuna doğru Çorlu tren katliamı davası var, Mısra gün sayıyor. Bu sefer de ilerleme olmazsa duramam, büyütürüm isyanımı, daha da yüksek sesle haykırırım diyor. Bedellerini göze almış, evladı gitti demez alırlar içeri, o da biliyor. Oysa daha oğlunu yitirdiği katliamın iddianamesi bile yazılmamış. Sonra Gezi davası. Çiğdem çekmediği filmden içeride, iki kez beraat edenlere üçüncüde sipariş edilmiş müebbetler, 18 yıllar veriliyor, olacak iş değil derken oluyor.

Otistik Sinan yıllardır dört duvar arasında bir hücrede yaşıyor, yıllar önce ilk rastladığımızda evinde bu durumdaydı, şimdi “devlet bakımı” adı altında hücresinin zeminine dışkısını yaparak tutuluyor. Önceki yıl bir bakım görevlisi tarafından darp edildiğinde açılan dosyasında 1 yılı aşkın zamandır hiçbir ilerleme olmuyor. 

Adalet işine gelene hızlanıyor, raflarda bekletilen dosyalar aniden iniyor, yıllar önce söylenmiş sözler hukuksuz mahkumiyete dönüyor, işine gelmeyene yavaşlıyor, birileri korunuyor. Asıl korunması gerekenlerin hayatları adliyelerin raflarındaki binlerce dosyanın arasında kaybolup gidiyor.

İnsan bir soru işareti olarak doğar. Geleceği belirsizdir, neye meyledeceği, hangi suda yüzeceği, hangi lokmayı yutacağını kendi seçer. Kimin yanında duracağını, hayattan ne isteyeceğini, hangi davanın neferi olacağını… Bugün ben bu yazıyı kendime yazdım, size değil. Bunlar benim Ahmet’i izlerken külahımı önüme koyup bu meslekte 30 yıla yaklaşan zamanda neyi eksik yapmış olabilirim diye düşünürken zihnimden geçenler. Bir şeyleri eksik yapmış olmalıyız. Yoksa böyle olmazdı. Hepimiz eksik nerede bulmak zorundayız.