Trabzonspor şampiyonluğa ilerlerken

Henüz bir şey kazanamamış herkese “kaybeden” mi diyoruz, onu bilemiyorum. Kaybetmek için finale kadar gelmek gerekir, finale gelemeyince kaybetmiş de sayılmıyor mu, onu da bilemiyorum. Lakin şunu biliyorum, Türkiye futbol ligleri yaklaşık 2 aydır, -en azından- “kimin şampiyon olacağı” sorusundan bağımsız olarak oynanıyor.

Sporda bir başarı olduğu zaman bakılacak ilk parametrelerden biri, bu başarının devrimsel bir niteliğinin olup olmadığıdır. Netice itibariyle, -eğer 3 Temmuz sezonunu hesaba katmazsak, ki yazımın konusu bu değil- Trabzonspor en son 1983-1984 sezonunda şampiyon olmuştu. Bunca geçen sürede Trabzonspor neyi yanlış yapıyordu, şimdi neyi doğru yaptı? Eğer bu sorunun cevabını doğru verebilirsek, Trabzonspor yapmakta olduğu şeyi geliştirirse bu başarısı kalıcı hale gelebilir. Yok eğer bu konjonktürel bir başarıysa, tarihin herhangi bir döneminde denk gelen bir durumsa, o zaman Trabzonspor’un bir sonraki şampiyonluğu için de yaklaşık bu kadar bir süre beklemesi gerekeceğini öngörebiliriz.

Türkiye’de takımların neyi yapıp yapmadıkları, temel olarak oyuncu transferi üzerinden değerlendirilir. Her ne kadar günün sonunda biri şampiyon oluyor olsa da şampiyon olanın mutlak doğru, olamayanın mutlak yanlış olduğu kabul edilir. Trabzonspor’un güncel transfer stratejisine baktığımızda, esasında geçmişteki kadro kurulum mantığından çok da farklı bir strateji izlemediğini görüyoruz. Kadrosunda geçmişin dünya yıldızı kabul kontenjanında değerlendirebileceğimiz oyuncuları var, iç pazarda kendini göstermiş oyuncuları var. Bir de Trabzonspor geleneğinde olan, düşük kalibredeyken transferinin gerçekleştirilip üst seviyede fark yaratan hale getirdiği oyuncuları var.

Bu bağlamda, Marek Hamsik dünya yıldızı statüsünde, Bakasetas iç pazarda kendini göstermiş oyuncu statüsünde kabul edilebilir. Takımın yıldızı olduğu kabul edilen, Nwakaeme ise Trabzon geleneğinde olduğu gibi, Şota & Archil & Yattara gibi Trabzonspor’la büyüyen oyuncular statüsünde değerlendirilebilir. Bunun üzerine Abdülkadir, Uğurcan gibi o coğrafyanın kendi üretimi oyuncuları kattığınız zaman -ki Trabzonspor bu alanda da her zaman ciddi avantajlara sahip olmuştur- , Trabzonspor kadrosunun ağırlığını ortaya koyan oyuncularına ulaşabiliyorsunuz.

Kadronun oluşturulma mantığına baktığımızda, geleneksel futbol yönetimlerinin çok dışında, ayrıksı bir yönetim aklı görüyor değiliz. Kaldı ki, Trabzonspor’un mevcut kadrosunun ligin çok üzerinde olduğunu söylemek de mümkün değil. Bırakın rakipleri, Trabzonspor’un son 20 yılda oluşturduğu kadrolar bakımından bile, yani sadece kendisiyle kıyaslandığında bile öyle çok da fark yaratmayacak bir kadro olduğunu söylemek mümkün.

Bu kadronun teknik yönetimine geldiğimizde ise, Abdullah Avcı ismini görüyoruz. Abdullah Avcı Türk futbolunda belli alanlarda sembolleşmiş bir isim. Örneğin, metodik çalışma, video analiz, istatistik kullanımı, “teknik direktör takımı olma” gibi hususlar dile getirildiğinde, akla gelen ilk isim Abdullah Avcı oluyor. İşin enteresan tarafı; bu değerler, Türk futbolunda en kenara itilmiş, üzerine en fazla espri yapılan değerleri aynı zamanda. Örneğin, Beşiktaş yeni teknik direktörü Valerien İsmael maçları ve antrenmanları özel kamerayla çekilmesi direktifi verince, bazı Beşiktaş taraftarlarında “garantili başarısızlık” gibi bir hissiyat oluşuyor.

Abdullah Avcı denince, akla sadece metodik çalışma gelmiyor. Bir çeşit “kaybeden” tarifi de yanına yerleşiyor. Geçmiş dönemdeki A Milli takım, Başakşehir ve Beşiktaş serüvenlerinin toplamında bir şey kazanamamış olduğu için yerleşmiş bir algı bu. Henüz bir şey kazanamamış herkese “kaybeden” mi diyoruz, onu bilemiyorum. Kaybetmek için finale kadar gelmek gerekir, finale gelemeyince kaybetmiş de sayılmıyor mu, onu da bilemiyorum. Lakin şunu biliyorum, Türkiye futbol ligleri yaklaşık 2 aydır, -en azından- “kimin şampiyon olacağı” sorusundan bağımsız olarak oynanıyor. Peki bu “müzmin kaybeden”, nasıl oldu da kaybetmedi? Lig seneye tekrar sıfırdan başlarken, Abdullah Avcı yine bir “kaybeden” olarak mı başlayacak, yoksa artık “kazanan” olarak mı? Belki de cevap ikisi de değildir.

Bir kulübü başarılı kılan sadece kulübün teknik direktörünün performansı değildir. O kulübün başarıya olan açıklığıdır. O şartlar oluşmadan şampiyon olunamıyordur veya o şartlar oluşmuşsa ekstra bir teknik direktör katkısı gelmeden de şampiyon olunabiliyordur. İçinde yaşadığımız sosyal ve ekonomik düzen, her meseleyi ya zirvede ya da yerin dibinde ele almayı sevdiği için, böyle kesin tanımlar yapmaya gerek duyuyoruz belki de.

Trabzonspor’un şampiyonluk sonrası süreci, bize bu soruların cevabını verecek. Çünkü başarının kriterlerinden biri de devamlılıktır. Bu başarının altında, fark yaratan bir akıl mı var, yoksa denk mi geliyor. Kim bilir, belki de Abdullah Avcı kendisini “kaybeden” olarak niteleyen “hata”larından dersler çıkarmıştır ve o hataları tekrar etmiyordur. Zira hayat akıyor ve her bir sonuç bize yeni kapılar açıyor. Hiçbir kapı bir öncekine benzemiyor. Elinizde yol haritası varsa, stabil bir şekilde bir yolda ilerliyorsunuz ve bu fark ediliyor. O yolun sonunda illa bir kupa olması da gerekmez. Geriye sadece ve sadece bir fikir bıraksa, o da çok değerlidir. Trabzonspor’un ve Abdullah Avcı’nın bu şampiyonluğu bize hangi yolu gösteriyor, hangi fikri bırakıyor? Futbolda tanımlanamayan başarı, tesadüftür. Gelin bu başarıyı tanımlayalım. Mesele gelişimse, buradan başlayacak.