Takım değil, fikir tutmak

Böyle bir yazıyı belki de Fransa’da, Almanya’da veya İngiltere’deki bir futbolsever olarak yazmam kolay olmayabilirdi. Zira oralarda futbolu oluşturan grupların özgül ağırlıkları var.

Bir büyüğümle spor üzerine bir sohbetim sırasında “ben takım tutmam, insan tutarım” dediğini anımsıyorum. Belki bu söylemi biraz daha ileriye götürmek mümkün, “ben insan tutmam, fikir tutarım” diyebiliriz. Neticede insan beşer şaşar. Fikirler de yanlış olabilir ama en azından bir başkasının yanlışındansa, insanın kendi yanlışıyla yüzleşmesi daha doğru bir yöntem olabilir.

Böyle bir yazıyı belki de Fransa’da, Almanya’da veya İngiltere’deki bir futbolsever olarak yazmam kolay olmayabilirdi. Zira oralarda futbolu oluşturan grupların özgül ağırlıkları var. Örneğin 5-10 tane kulüp başkanı veya sahibi bir araya gelip, kendi kulüplerinin çıkarına ama futbol oyununun çıkarına olmayan bir karar almak istediklerinde, onların önüne set çekebilecek, dur diyebilecek veya değiştirip dönüştürebilecek kitleler var. Yakın tarihteki örneğini, bu tip kulüp yöneticilerinin “Avrupa Süper Ligi” adı altındaki girişimlerine; taraftar gruplarından, medyadan, eski sporculardan hatta halihazırda o kulüplerin profesyonel çalışanları tarafından verilen tepkilerde görmüştük. Bu, bir nevi denge denetim mekanizması da görüyor. Kaldı ki o örnekte de geri adım attırdılar.

Geçen yıllarda Almanya’da kümede kalma mücadelesi veren bir takımın, cinsel ayrımcılığa karşı resmi sosyal medya hesabından bir tavır açıklamasının ardından, sağ bir Alman politikacının “siz bunlarla ilgileneceğinize, kümede kalmaya çalışın” dediğini, o kulüp resmi hesabının da o politikacıya karşılık olarak “biz küme düşeriz veya çıkarız, sporda bunlar olur. Önemli olan senin gibilerle birlikte olmamaktır” anlamına gelecek açıklamaları yapabiliyor oluşlarıydı. Zira oralarda kulüplerin de bir ağırlığı var, taraftar gruplarının da bir ağırlığı var, medyanın da bir ağırlığı var. Irkçılık, yabancı düşmanlığı veya diğer sorunlarla ilgili bir batı övgüsü yapıyor değilim. Toplumdaki olan tüm sorunlar tribünlere de yansıyor ama en nihayetinde kabul edilmeyecek bir tavrın karşısında durabilecek iradeyi bulabiliyorlar.

Bu açıdan Türkiye’de durum pek parlak değil. Türkiye’de, Avrupa’da örneklendirebileceğimiz bu bağımsız yapıların karşılıklarının bu kadar güçlü olmadıklarını görüyoruz. Örneğin spor medyası mensupluğu, kulüp yönetimlerinin aparatı olmakla, taraftarın amigoluğunu yapmak arasında bir yerlere sıkışmış durumda. Bu iki yoldan birini seçmiyorsanız, yaşama şansınız da pek yok. Sadece doğruları söylüyorsunuz diye, taraftar gruplarının tehditlerine maruz kalabiliyorsunuz veya bir haberi yaptınız diye kulüp tesislerine alınmayabiliyorsunuz. Haberin doğru olup olmamasının bir önemi yok. Yönetim gözünde, böyle bir haberin yapılabilir olması önemli. Gazetecilik mesleğinin kulüp yönetimlerince yorumlanmış hali diyelim.

Pek çok konunun olduğu gibi, meselenin kökenine indiğimizde, taraftarlık yapma biçiminin belirleyici olduğunu söylemek mümkün. Türkiye’de taraftarlık; hiç düşünülmeden, anlamsız ve mantıksız hareketlerin ve tabii ki fanatizmin, taraftarlık kisvesi altında topluma kusulması şeklinde cereyan ediyor. Zaten bu duruma eleştiri getirdiğinizde alacağınız yanıt “taraftarlık rasyonel davranma yeri değildir” minvalinde oluyor. Pek tabii ki 5-6 yaşında yaptığımız tercih, o an için rasyonel gerekçelere dayanmıyor olabilir ama bir insan belli bir yaşa geldikten sonra, desteklediği takımıyla kendisi arasında ifade edilebilir, ayakları yere basan bir ilişki kurabilir. Bu talebi ortaya koymadığınızda, taraftarı en ilkel insan dürtülerine mahkum eden bir yere sıkıştırıyorsunuz. Siz ne derseniz deyin, karşı taraf “bende akıl, mantık arama” diyor.

Taraftarlığı böyle tariflemeye başladığınızda, silsile yoluyla bu durum futbolun tüm paydaşlarına dağılıyor. Yukarıda bahsettiğim medya mensubu da taraftarın o en ilkel dürtülerine hitap edecek bir mesleki konum almaya başlıyor. Bugün kamuoyu oluşturma gücüne sahip birçok medya mensubunun, düzlem olarak eşleştiği kitle, temel olarak da o taraftar tiplemesi. Onun diliyle konuşuyor, onun duymak istediklerini söylüyor, onun verdiği tepkileri veriyor. Yanınızda konuşsa dinlemeyeceğiniz o fikirler, medya aracılığıyla tüm ülkeye yayılıyor ve kamuoyunu yönlendiren veya belirleyen bir konuma geliyor.

İşin diğer tarafında da spor yöneticileri var. Bu yöneticilerin büyük çoğunluğuyla, bu taraftar kitlesi arasında bir düzlem birliği vardır. Bu gruplar birbiriyle anlaşırlar. Eğer cebinizde yeteri kadar paranız varsa, sporla ilgilenir gibi yapmak hoşunuza gidiyor ve erkekseniz siz de o yöneticilerden biri olabilirsiniz. Bunun önünde hiçbir engel yoktur. Meselelere yaklaşımınız, değerleriniz, duruşunuz, hayatta kendinizi konumladığınız yer ve belki işinizdeki beceriniz gibi konular çoğunlukla hiç önemli değildir.

Kulüplerin resmi hesaplarından yaptıkları bazı açıklamaların tonu ve dilinde bunu net bir şekilde görebilirsiniz. İki arkadaş arasında bile ifade etmeye imtina edeceğiniz kelimeler, vurgular, alt anlamlar bu metinlerin özünü oluşturur. Bu tip metinlerin sonuna yaklaştığınızda, içerdiği şiddet duygusundan dolayı başınız ağrımaya başlar. Siz baş ağrısıyla kalkarken, o kamuoyunu oluşturanlar da “işte bunlara böyle hak ettiği cevabı vereceksin” diye bir nevi şiddet sonrası tatmin duygusu yaşarlar. Durmadan birbiriyle kavga ederek var olan kitleler esasında birbirleriyle kardeş. Burada kusulan şiddetin mağduru iki taraf da değil, sadece sporseverlerdir.

Şimdi esas soru şu; Taraftar, medya, spor yöneticilerinin hepsi aynı taraftayken, biz sporseverler ne taraftayız? Kimlerle birlikteyiz ve kaç kişiyiz? Bu açıdan bakınca, taraftarlık bana aynı renklere gönül vermiş olmaktan ziyade, aynı “değerlere” gönül vermiş olmak gibi geliyor. O insanı insan yapan değerlere gönül verenlerin, esasında hangi renklere gönül verdikleri hiç de önemli değil. Çünkü öyle bir insanla karşı tribünlerde olmak da bir ayrılık değil.

Ben, taraftarı olduğum takımın yöneticisine kefil değilim. Medya mensubuna kefil değilim. Taraftarına da değilim. Başlı başına bir varlığım, bir özneyim ve benim duygularım, düşüncelerim var. Taraftarı olduğum kulüp yanlış bir şey yaptığında, onun karşısında olmak, benim taraftarlıktan ziyade, insan olarak görevim. İşte o yüzden; Beşiktaşlılık, Trabzonsporluluk, Galatasaraylılık veya Fenerbahçelilik başlı başına bir anlam ifade etmiyor. Belki de önemli olan, bu taraftarlığı hangi değerlerle oluşturduğumuzdur.