Sosyalist harekette sorunlar, olanaklar (1)

Sosyalist hareket nihayet ve mutlaka "iktidar" üzerine daha fazla düşünmeli. Emekçilerin yöneteceği bir ülkenin bugün karşı karşıya olduğumuz düzenden hangi temel konularda farklılaşacağını, insanların gündelik yaşamlarını, çalışma hayatlarını, birbirleriyle ve doğayla ilişkilerini nasıl dönüştürebileceğini birlikte düşünmemiz ve anlatmamız gerekiyor.

Türkiye İşçi Partisi’nin 14 Mayıs milletvekilliği seçimlerinde aldığı 1 milyona yakın oy, adıyla sanıyla, programı ve söylemiyle sosyalist bir parti için yaklaşık 60 sene sonra bir ilki temsil ediyor. Bu başarı, yalnızca bir parti, hareket veya kadro topluluğuna değil ülkede onlarca yıldır devam eden sosyalizm mücadelesinin, bu uğurda verilen emeklerin tümüne mal edilmeli. Seçim sürecinde TİP temsilcileri tarafından dile getirildiği gibi, bugüne kadar yapılan hiçbir şey boşa gitmedi. Kuşaklar boyunca aktarılan deneyim birikti, gelişti, bayrak elden ele taşındı ve uzun yıllar sonra sosyalist siyaset toplumsal bir güce dönüşebilecek bir potansiyele erişti.

Uzun yıllara dayanan bu inat takdir edilmeli. Kitlesel bir sosyalist partinin olanakları herkes tarafından değerlendirilmeli.

Öte yandan, geçmişte yapılan hatalara bu defa düşülmemeli. Sosyalist hareket açısından başarı veya görece başarı olarak anılabilecek 1965 (TİP) ve 1999 (ÖDP) seçimleri, bunları izleyen süreçte özneleri tarafından hak ettiği şekilde değerlendirilememişti. Şimdiden geçmişe bakıldığında bu seçimlerin bir adım sonrasında TİP ve ÖDP’nin, belirlenecek yeni hedefler, ortaya çıkan olanak ve sorunlar hakkında yeterince hazırlıklı olmadığı anlaşılıyor.

Bu kez yeni döneme hazırlıksız yakalanmamalıyız.

Şimdi yeni ufuklar üzerine düşünmeli, üstlenilen sorumluluğun hakkını vermeli, olanakları ve sorunları açıkça konuşabilmeliyiz.

Hızlıca ama panik yapmadan…

Çıtayı yükselterek ama sağlam adımlarla…

Büyüyerek ama geride kimseyi bırakmadan…

Heyecanla ama döküp saçmadan…

***

Birinci Bölüm

Sosyalizm ne hayal ettiriyor?

Önce hayallerimizi konuşalım. Sosyalistler olarak, nasıl bir ülke, nasıl bir dünya hayal ettiğimiz sorusuna samimi yanıtlar bulmaya çalışarak işe başlayalım. Kendimize bir de sınır koyalım. Yaşadığımız zaman dilimi içerisinde gerçekleşebilir, hayata geçmesine bizim de katkı koyabileceğimizi öngördüğümüz hayallerimizi düşünelim.

Bir sosyalist için bu soruya bir çırpıda verilecek yanıt, sınıfsız sömürüsüz bir dünya hayalidir. Ama zaman aralığını, kendi yaşam süresi olarak belirlediğimizde ve teklifsiz bir sohbette muhtemelen “gerçekçi” fikirler ortaya çıkacaktır.

İtiraf etmek gerekirse, sosyalistler, sosyalist kadroların ufku uzunca süredir şu çerçevenin dışına çıkmıyor: Daha rahat koşullarda mücadele etmek, örgütü güçlendirmek, örgütün ve onun içinde kendisinin kalıcılığını sağlayacak alan-yol-yöntemler bulmak, halkın daha örgütlü olmasını sağlamak.

Bu çerçevenin oluşması ve hatta yerleşmesinin birincil sebebi elbette içinde yaşadığımız koşullar. Yaklaşık elli yıldır içinde bulunduğumuz karşı devrimci atmosfer, darbeler, ihanetler ve yenilgilerle örülü bu ortamın, bizler için endişeleri, varlığını sürdürme kaygısını ve güvenlik tedbirlerini öncelikli hale getirmesi, zihnin daha çok böyle çalışması bir ölçüde anlaşılır. 

Ama en azından hayaller, hedefler söz konusu olduğunda biraz daha ileri gidilmesi beklenir. Maalesef bu dahi mümkün olmuyor. Dikkat edilirse, yukarıda özetlemeye çalıştığım çerçevede siyaset, siyasi hedefler, onların en uç çizgisi olan iktidar hayali yok.

Bulutsuzluk Özlemi’nin eski bir şarkısından ilhamla “Kimse iktidardan söz etmiyor”.

Zafer hayali, oraya nasıl ulaşılacağı gündemde bile değil. Hayatta kalma, varlığını sürdürme, güvenlik, örgütsel güçlenme, siyaset yapabilme gibi kaygılar, neredeyse tüm diğer hedefleri görünmez hale getirmiş durumda. Siyasi-örgütsel mücadelede yerleşilen alanlardan çekilmek zorunda kalmamak, en iyisi oraları korumak tek hedef haline geldi. Savaş tabirleriyle konuşacaksak, çeşitli mevzilerin tutulduğu varsayılıyor ve o mevzilerin korunması veya daha korunaklı hale getirilmesi önceliklendiriliyor.

Ama, artık şunu sormamalı mıyız?

Hamlelerin konuşulmadığı, zaferin hayal dahi edilmediği bir savaşta elde tutulduğu varsayılan mevziler ne işe yarar?

Ya bize mevzi diye anlatılan o alanlar artık bizim evimiz, “yaşam alanlarımız” haline geldiyse? O yaşam alanlarından çıkıp ileri doğru bakmak zor geliyorsa? Bulunduğunuz/tuttuğunuz yer, savaşınızda bir mevzi veya yürüyüşünüzde bir konak değil de haneniz, yuvanız hatta yurdunuz haline geldiyse, deyim yerindeyse, orada yerleşik hayata geçtiyseniz, çitlerinizi örmek, yerleşik hayatın kurallarını belirlemek ve bunları mümkün olduğunca muhafaza etmek zorundasınız. Muhafazakârlık işte burada başlıyor. Devrim ve iktidar hedefleriyle çıktığınız yolda, muhafazakâr olup çıkıveriyorsunuz.

***

Hayaller tabii ki yalnızca sosyalist kadroların zihin dünyasıyla ilgili değil. Bir de sosyalistlerin topluma kurdurduğu hayaller, genç kuşaklara sundukları ülke-dünya vaadi hakkında konuşmamız gerekiyor.

Epey uzun süredir, tuttuğunu varsaydığı mevzisinden çıkıp ufka bakamayan, dışarıda neler yaşandığını göremeyen, oksijeni azalan sol, yeni insanlarla da tanışamıyor. Kuşatma altındaki yaşam alanlarına yeni insanlar giremiyor, bir yolunu bulup girse kuşkuyla yaklaşılıyor, yeni insanların fikirlerinden, dünyada gördüklerinden, deneyimlerinden faydalanılamıyor.

Bu kısa girişin ardından, topluma sunduğumuz hayallerle devam edebiliriz.

Nerede yaşıyor, toplumun ve dünyanın ne kadarını görüyor ve onlarla ne kadar temas ediyorsanız, ufkunuz da o kadar geniş oluyor. Dahası, zihniniz artık geleceğe doğru değil geçmişe doğru işliyor. Geçmişte iyi olan bir şeylere tutunuyor, o eski günlere geri dönmeyi vaat ediyorsunuz. Size bakan, sizi dinleyen kaç kişi varsa, onlar da sizden geleceğe ilişkin, yeniyi çağıran sözler işitmez oluyor.

Şunu tespit edebiliriz: Bir cendereye sıkışmış durumdaki Türkiye sosyalist hareketi, özellikle genç kuşaklar ama genel olarak da tüm toplum için geleceğe ilişkin yeni şeyler söylemekten çok uzak bir görüntü arz ediyor.

Yeni bir ufuk çizgisi belirleyip, emekçilerin, gençlerin ve tüm toplumun oraya doğru ilerlemesi için bir heyecan yaratmıyor.

Her zaman böyle miydi? Sanmıyorum…

Sosyalist hareket ilk aşamlarından itibaren toplumu eşitlik, özgürlük, adalet, kardeşlik gibi değerlerden oluşan bir ilkeler kümesi etrafında toplanmaya davet etti. Bu yapılırken, kapitalizm tarafından derinleştirilen eşitsizlikler ortamında toplumun “mağdur” kesimlerinin esasen kimler olduğu ve onların nasıl gelişeceği sorularına yanıt arandı. Bu iş, hayırseverliğin yaygınlaşmasıyla mı, zenginden alıp fakire vererek mi, demokratik temsil mekanizmalarında söz sahibi olmalarının sağlanmasıyla mı, çalışma koşullarının düzeltilmesiyle mi, örgütlenme özgürlüğüyle mi yoksa ezilen kesimleri iktidara taşıyarak mı olacaktı? Giderek yetkinleşen bir dünya görüşü olarak sosyalizm, sömürü ilişkilerini kavramaya başlıyor, analizinin merkezine emek-sermaye çelişkisini yerleştiriyordu. Ama bu arayışların tamamı, her aşamada, kurulan hayalleri siyasete tercüme ediyor, siyasi hedeflerle yoluna devam ediyordu.

İdeoloji ve siyasetin iç içe geçtiği bu mücadelede, sosyalizm bir coğrafyada bir on yıl demokratik seçimlerin yapılabilmesini ve halkın da mecliste temsil edilebilmesini, belki başka bir on yıl iş saatlerinin düşürülmesini, belki başka bir coğrafyada ülkenin emperyalist düşmanlardan ve zengin işbirlikçilerden kurtulabilmesini, belki başka bir coğrafyada işçi ve köylülerin yoksulluktan kurtulmasını temsil ediyordu.

Sosyalizmin Türkiye serüveni de farksız ilerlemedi. Sosyalizm işçilerin örgütlenebildiği, örneğin greve çıkabildiği, hakları için mücadele edebildiği, yoksulluktan kurtulabildiği bir ülke hayali anlamına gelebildi. Bir dönem, bağımsızlık, bir dönem kendi gücüyle kalkınabilen bir ülke hayaliydi sosyalizm. Kah ülkenin doğusuyla batısı arasındaki derin eşitsizliğin ortadan kalkabileceği günleri görmek oldu, kah geri bırakılmışlığı cahilliği alt etmek… Köylünün toprak, emekçinin iş, aydının özgürlük hayali oldu.

***

Bugüne dönelim. Bu satırların yazarı dahil konu üzerine kafa yoran birçok kişi, bir süredir kapitalist-emperyalist sistemin büyük bir ideolojik kriz yaşadığını söylüyor. Haksız da değiliz. İdeoloji alanına, kültüre, gelecek hayallerine pozitif kavramlar üzerinden baktığımızda sistemin dünya halklarına umutlu bir gelecek düşü sunmadığını söyleyebiliriz. Türkiye İşçi Partisi’nin kongre belgelerine de yansıyan haliyle, “otoriter kapitalizm” çağında sermaye düzeni dünyaya olumlu mesajlar göndermiyor. Çalışma saatlerinin uzadığı, emeğin kazanımlarının törpülendiği, borçlanma, yoksullaşma ve eşitsizliğin ivmelendiği, işçi örgütlerinin zayıfladığı bu çağ aynı zamanda salgın hastalıklar, yoğun göç, ekolojik tahribat, bölgesel çatışmalar, çok merkezlileşme eğiliminin beraberinde getirdiği istikrarsızlaşma (statükonun bozulması) ve güvenlik arayışı ile anılıyor. Kapitalist-emperyalist düzen ise ideolojik üretimini bu tablonun nasıl değişebileceğine değil bu tabloda “küçük insanın” nasıl hayatta kalabileceğine odaklamış durumda. Güzel ve onurlu bir yaşam, erdem ve insani değerler pahasına ve adaletsiz de olsa “çatışmada ayakta kalan tarafta olmak” pazarlanıyor. Bir açıdan bakıldığında büyük bir ideolojik kriz ama diğer yönden özellikle hayat gailesi içindeki, alınteriyle geçinmeye ve hayatta kalmaya çalışan emekçiler için işe yaramadığı söylenemez.

Ama yine de bir sorun var. İnsanlığın bütününe sunulan bu paket, genç kuşaklar için yeterli gelmez. Her ne kadar kültürel üretim neredeyse tamamen bu çerçevede kurgulansa da, gençlerin hayallerini beslemek için takviyeler gerekiyor. Bu noktada “universe-metaverse sarmalı” olarak tanımlayabileceğimiz bir olgunun devreye girdiğini görüyoruz. Elon Musk ve benzerlerinin bayraktarlığını yaptığı evreni fethetme hayalini “universe” olarak adlandıralım. Diğer yanda ise sanal evrenler kurup yönetme hayali, yani “metaverse” dursun. Çok heyecan verici bir hayal olan Universe için çok küçük bir azınlık dışında kimsenin bir şey yapmasına gerek yok. Birileri Mars’ı fethedecek ve biz de ekranımızdan izleyeceğiz. Metaverse ise bizi bir şeyler yapmaya davet ediyor. Yapabileceklerimiz sınırsız ama mekanımız sınırlı… Yine ekranımızın başındayız.

Dikkatle bakıldığında, iki koca evren arasında gerçek dünya, yeryüzü, yaşamın ve sömürünün, adaletsizliklerin ve mücadelenin gerçek zemini ortadan kayboldu. Gençler ekran başında kaldı ve “dünyevi işler” başkalarının tekeline giriverdi. Tabii Universe ve Metaverse için kurulan “tekelleri” saymazsak.

“Universe-metaverse sarmalı” hakkındaki parantezi kapatabiliriz…

Küresel ölçekteki bu eğilimler Türkiye’yi de etkiliyor.

Birincisi, toplumun en az yarısı, eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet pahasına sunulan hayatta kalma vaadini kabul etmiş durumda. Faşizan rejimlerin asla vazgeçmediği süreklileşmiş savaş-çatışma paradigması işe yaradı. “İstikrarsızlaştırıcı unsurlar, toplumun ahlaki değerlerini yozlaştıranlar, felaket tellalları, afetler ortasında hayatta kaldığına minnet etmeyenler, dış güçlerin oyuncakları vb.” uygun düşmanlar bulundu. Dizileri, şarkıları, youtuberları, fenomenleri ile bu paradigmanın kültürü inşa edildi.

İkinci olarak da, 1960’larda solun halka sunduğu bağımsızlık ve kalkınma hayalleri bozulup bükülerek yukarıdaki paradigmanın tutkalı haline getirildi. Gerektiğinde büyük güçlere kafa tutabilen, hatta büyük güçlere inat kendi bölgesel emelleri olan, iha-siha ve togg’uyla yerli-milli kalkınma iddialarını diri tutan, üstelik güvenlik kaygılarını da gideren bir iktidar, yukarıda emperyalist-kapitalist sistem için çizdiğimiz çerçeveye nasıl da uygun.

Gençliğe biçilen küresel vizyon, Türkiye için de geçerli oldu. İsteyene metaverse, istemeyene fetih oyunları, Youtube’da abilerin yeniden yazdığı milli tarihin takipçisi yüz binler…

***

Şimdi tekrar soralım. Bu tabloda halk, solcular ve sosyalistler tarafından üretilmiş hangi hayale tutunacak? Bugün Saray iktidarı tarafından çarpıtılarak kullanılan ama on yıllara damgasını vurmuş bağımsızlık ve kalkınma gibi hayallerin yerini ne alacak? Gençlerin zihninde, ister bizim tarafımızdan ister karşı devrimciler tarafından hikayeleştirilmiş olsun geçmiş anlatıları dışında ne canlanacak? Sosyalistler ne istiyor, dendiğinde vereceğimiz cevap ne olacak?

Türkiye için düşünürsek, 12 Eylül faşist darbesinden bu yana, ama dünya geneli açısından 1970’lerin sonlarından itibaren, sosyalistler büyük oranda savunma cephesinde kaldı. Bunun sonucu olarak, ya ileri hedefler öne sürülemedi ya da tekil kimliklerin hiç de küçümsenmemesi gereken sorunlarını ilgilendiren, farklı tekilliklere yanıt üretmeye çalıştığı ölçüde kafa karıştırıcı ve bütünsellikten uzak iddialar ortaya kondu. Tek tek sorunların çözümlerini de içinde barındırabilecek, buna imkan verebilecek yeni bir “büyük anlatı” üretilmedi.

Türkiye İşçi Partisi’nin son birkaç yıla damgasını vuran “Saray Rejimi” tanımlaması, “hesaplaşma” ve “sülale devrini bitirme” iddiaları etkili olsa da, daha çok politik ve tepkisel (reaksiyoner) karakter taşıyan, rejimden kurtulma saikini öne çıkaran bu söylemlerin yanına eklenen kurucu tezler yeterince tartıştırılamadı.

Sosyalistlerin yarattığı büyük boşluk ne birkaç yılı kapsıyor, ne de birkaç yıllık hamlelerle düzeltilebilir durumda. Üstelik, gündelik-dönemsel politik hamleler gibi görece kısa vadede sonuç alınabilecek bir alanın ötesinde kültür-ideoloji gibi çok daha geniş ve orta-uzun vadede sonuç almanın mümkün olabildiği bir konudan da söz ediyoruz.

Yine de, sorunu tanımlamak, en azından üzerine düşünmeye başlamak yükün epey bir kısmını hafifletmiş olacak.

***

Bu yazı dizisinin bu bölümü, ortaya konan sorunlara net yanıtlar bulma iddiasını taşımıyor. Zaten, yanıtlar bulmak bireysel bir çabayla mümkün olmayacağı gibi, yol üstünde, kolektif denemeler ve yanılmalar sırasında da yeni çareler üretilecek.

Yine de yanıtlar için kimi sesli düşünceleri, ipuçlarını paylaşmayı deneyeceğim.

Her şeyden önce, Türkiye İşçi Partisi’nin aldığı 1 milyona yakın oy, yarattığı çok daha büyük toplumsal etki, her durumda iyi bir başlangıç noktası oluşturuyor. Halkın önemli bir bölümünün sosyalistlerin ne dediğine kulak kabarttığı, ciddi bir kısmının sosyalist bir partiye “beni sen temsil edebilirsin” diye onay-yetki verdiği bir ortamda işe koyulmanın avantajlı olduğunu tespit etmemiz gerekiyor. Hatta, bu tartışmayı gerçek ve zaruri kılan da bu desteğin kendisi… Ne yapılacaksa, oluşan bu kümülatif birikim veri alınarak yapılacak. Birikime güveneceğiz, onu şekillendireceğiz, onunla şekilleneceğiz ama her durumda onu büyütmeye odaklanacağız.

İkincisi, kültürel-ideolojik ortamın yeniden şekillendirilmesi işi, geçmişteki kimi örneklerden farklı olarak, muhtemelen bu alanın kendisinden türeyecek bir silkinişin ya da canlanmanın eseri olmayacak. Siyasi başarı ve kazanımların, üretilecek politik-ideolojik çerçevenin, kültürel üretim aşamasında yeniden üretilecek kimi kodlar sağlaması, toplumsallaşacak kültürel üretimleri tetiklemesi daha olası. Böylece şunu söylemiş oluyoruz: a) Siyasi pratiğin ivmesi düşmemeli, b) siyaset, ideoloji, kültür arasına kalın duvarlar çekilmemeli.

Bir diğer vurgumuz “iktidar” kavramına ilişkin olacak. Sosyalist hareket nihayet ve mutlaka "iktidar" üzerine daha fazla düşünmeli. Emekçilerin yöneteceği bir ülkenin bugün karşı karşıya olduğumuz düzenden hangi temel konularda farklılaşacağını, insanların gündelik yaşamlarını, çalışma hayatlarını, birbirleriyle ve doğayla ilişkilerini nasıl dönüştürebileceğini birlikte düşünmemiz ve anlatmamız gerekiyor. Sosyalizm fikrini geçmişe ait bir olgu olmaktan çıkarmak; otoriterleşme, ekolojik yıkım, ağır sömürü, süreklileşmiş çatışma ve öte yandan teknolojik gelişim koşullarında yeniden üretecek bir yeni büyük anlatıyı üretmek zorundayız. Eşitlik, özgürlük, kardeşlik gibi temel ilkelerin yanı sıra yaşanabilir bir dünya, insanların hayatın örgütlenmesinin her aşamasına katılımı, dayanışma ve toplumsal adalet gibi güncel talep ve ihtiyaçlar üzerinden yürütülecek bir tartışma ön açıcı olacaktır.

Bu noktada, gerçeklikten kopmak olarak tanımlayabileceğimiz bir tuzak bizi bekliyor olabilir. Kapitalizmin geldiği aşamada, emekçilerin örneğin hayatta kalma güdüsü veya güvenlik gibi başlıklardaki endişelerini küçümsemek, iktidara talip bir hareketin hakikatten uzaklaşma riskini beraberinde getirecektir. Benzer şekilde, sanal bir dünyaya doğmuş kuşakları kendi gerçekliklerinden uzaklaştırma ve aslolanın dışarısı olduğunu anlatma çabası da beyhude bir girişim olarak hüsranla sonuçlanacaktır. Sosyalist dünya görüşü, kendini güncel gerçeklikte yeniden üretebilme kapasitesine de sahiptir. Hayatta kalma güdüsünü, onu doğuran koşullarla birlikte ele alıp yanıtlar üretebileceği gibi; dijital sanallıkla fiziki gerçekliğin bağlarını da kolaylıkla kurabilir.

Son olarak…

Sosyalist siyasetle, ona destek veren kesimler arasındaki bağların kuvvetlenmesinde kültürel üretimin hayati önemde olduğunu söyleyebiliriz. Edebiyatını, müziğini, oyunlarını, resimlerini yaratmayan bir mücadele yayılamaz, kuşaktan kuşağa aktarılamaz.

Burada olası bir tehlikeye yukarıda değinmiştim. Siyasetle kültürel-sanatsal üretim arasına kalın duvarlar çekmeye gayret etmeyelim. Zaten yoktur… Biz göreli özerk yönlerini tanıyıp kabul edelim, her ikisinden de bir ve aynı şeyleri talep etmeyelim, yeterlidir.

Bir diğer muhtemel tehlike ise bu tür bir kültürel inşanın, günün sonunda, kapalı, yeniden üretime ve zenginleşmeye izin vermeyen, örneğin yalnız bir tür biçemi/üslubu kabul eden bir hale bürünmesidir. Oysa şimdi tam tersine ihtiyacımız var. Ülkenin ve dünyanın muazzam birikiminden beslenecek, daha önce denenmemiş alanlara el atacak, yeniyi arayacak bir üretime. Siyasette de öyle yapmadık mı...

Devam edecek...