Mutluluğun ekonomisi ve Datça

Nasıl oldu da bu kadar kısa bir sürede Datça’yı ve benzer yerleri yaşanmaz bir duruma soktuk? Hangi politik ve ekonomik öncelikler ve tasarruflar bu güzelim memleketi yaşanmaz hale getirdi?

Mutluluğun Ekonomisi, yönetmenliği Helena Norberg-Hodge, Steven Gorelick ve John Page tarafından yapılan 2011 tarihli bir belgesel film. Çok kısaca özetlersek, Hindistan’ın kuzeyinde, yoğunluklu olarak Tibetlilerin yaşadığı, yolu olmayan küçük dağ köylerindeki huzurlu ve yoksul olmayan yaşamın, merkezi yönetimin politikalarıyla kısa sürede nasıl kötü yönde bir değişime uğradığının, huzursuzluğun ve yoksulluğun ortaya çıkmasının vurucu tespitlerle dolu belgeseli. Uzak dağ yerleşimlerine yol yapıldığında kamyonlar ilk olarak çocuklara ve gençlere yönelik tüketim malzemeleri, besin değeri olmayan, alışkanlık, bağımlılık yapan yiyecekler, içecekler taşır. Bu da, bir süre sonra, o bölgede daha önce hiç yaşanmamış çelişkileri, çatışmaları, rekabeti, dolayısıyla mutsuzluğu beraberinde getirir.

Oysa televizyon ilk yaygınlaşmaya başladığında, dönemin Hint hükümeti her köye bir televizyon vererek, televizyonu halkı eğitmek, bilgilendirmek için kullanmıştı. Bu yaklaşım maalesef uzun sürmedi.

Sanayi devrimlerini gerçekleştirememiş geleneksel toplumların Batı merkezli dünya sistemine girmeleri küreselleşme olarak olumlanırken o bölgelerin sürdürülebilir küçük ekonomilerine, kültürel değerlerine, doğalarına büyük zararlar verdi. Küreselleşme bir bakıma dünyanın zorla Batılılaştırılmasıydı. Bu süreç Thatcher ve Regan gibi politikacıların 1980’lerden itibaren hızla dünya üzerinde ideolojik baskınlıklarının artmasıyla gerçekleşti, Artık her yerde sadece Anglosakson ülkelere ait markaların otomobilleri, televizyonları, dergileri, giysileri, kısacası bütün bir yaşam tarzı hamburger, cips, gazlı içecekler ve kahve markalarıyla kendini var edecekti.

Sağ politikacıların “Küçük Amerika” vaadiyle oy topladığı ülkemiz de küreselleşmeden nasibini aldı. Tüketim ideolojisinin sızmadığı ücra bir köşe, talan edilmemiş bir kıyı şeridi kalmadı. O ücralardan biri de Datça’ydı.

Datça ülkenin güneybatı ucunda ipince uzanan Reşadiye Yarımadası’nda bir zamanların küçük, şirin beldesi, şimdinin hızla popülerleşen, yaz aylarında şirinliği yavanlığa dönüşen bir yurdum ilçesi. Kafası beş yaşında bedeni yirmili yaşlarında güzel bir çocuk. Elini kolunu nereye koyacağını bilemiyor. Dizleri yara bere, üstü başı kir içinde.

Yarımadanın kuzey tarafı Ege denizi, güney tarafı Akdeniz. Datça ülkemizde ender rastlanan dalmaçya tipi kıyı yapısına sahip. Turizm broşürlerinin klişe diliyle inci gibi kıyılar, koylar... Datça’ya ulaşım, diğer kıyı ilçelerine göre biraz daha zor olduğu için, bugüne kadar örneğin Ayvalık, Bodrum, Çeşme gibi bir nüfus yoğunluğuna sahip olmadı. Marmaris Datça yolunun 1940’larda yapılmış olması ve sık virajları, Datça’dan Knidos’a kadar Betçe olarak adlandırılan bölgeyeyse yolun 1950’lerde ulaşmış olması, o bölgenin kendine özgü kültürünün Hindistan’ın uzak dağ köylerindeki gibi son yıllara kadar korunmasını bir nebze sağladı.

Gökova Körfezi’nin güney ucunda Datça yer alırken diğer ucunda Bodrum vardır. Bodrum bir dönemlerin sürgün ve mahrumiyet yeriydi. Halikarnas Balıkçısı’nın (Cevat Şakir Kabaağaçlı) oraya sürgüne gönderilmesi, 1960’lardan sonra ülkenin entelektüel kesiminin gönüllü sürgün yeri olması, 1980 başlarında da ülkedeki ekonomik eksenin kitlesel turizme kaymasıyla Bodrum’daki yapılaşma ve nüfus hızla arttı. Bu durum, paralel bir şekilde Antalya’dan Çanakkale’ye kadar olan kıyı şeridinde de yaşandı. 1980’lerin ikinci yarısında tabloid gazeteler ¨kara yağız Türk erkekleri için kıyılarımıza gelen beyaz kadın ‘Helga’¨ hakkındaki uydurma haberlerle doluydu. Sanayileşmiş Avrupa’nın yeterince sanayileşmemiş İspanya ve Yunanistan’a alternatif olarak Türkiye’de oluşturduğu kitle turizmini dönemin iktidarı benimsedi, bunu bacasız sanayi olarak sahiplendi. Oysa Akdeniz havzasında da, Karayipler’de de, Asya’da da deniz, güneş, içki, dans turizminden kalkınan tek bir ülke bile yoktu. Turizmin böylesi doğaya, kültüre, sanata büyük zarar verir. Ülkenin suyu, taşı, toprağı, insanı kısacası tüm kaynakları kullanılır, sömürülür; geriye posası, çöpü kalır.

Türkiye’nin 80’lerde kitle turizmine yönünü çevirmesinde 1980 darbesinin zihniyeti de önemli bir rol oynamıştır. Zira dönemin ruhunu yansıtan söylem, turizm dışındaki bütün -izm’lere karşı olmaktır.

Yurt dışına açılan deniz, kumsal, eğlence odaklı kitle turizminin diğer bir ayağı da yurt içi turizminde kendini gösterdi. Tatil anlayışı değişti. Yazları yaylaya gitmek yerine sıcakta susuz kıyı kasabalarında kavrulmak moda haline geldi. Kooperatif kurarak kıyılara seri üretim yazlıklar inşa etmek de o günlerde yaygınlaştı. Hiçbir konuda doğru düzgün bir planlama yapamayan merkezi ve yerel yönetimler bu konuda da bir planlama yapmayarak sadece inşaat ekonomisinden faydalanmanın yollarına baktılar. Su kaynakları sınırlı, alt yapısı olmayan yerlerin imara açılması, imar affı ciddiyetsizliği, kaçak yapılaşma, yaptırımın olmaması, belediye meclis üyelerinin çoğunlukla müteahhitlerden oluşması gibi faktörler neredeyse ülkenin tüm kıyı şeridini teslim aldı. Özel çevre koruma alanı olan Datça da bu yağmadan bağımsız kalamazdı. Yarımadadaki taş ocaklarının dağları kelleştirmesi, çevredeki zeytin ve badem üretimini olumsuz etkilemesi, kontrolsüzce çoğalan rüzgar santralleri… 

Olan şey, kent konforunu köyde yaşamak isteyen şehirlilerin kibriyle yerli halkın kolay para kazanma hırsının birbiriyle devletin desteğiyle de uyumlanması aslında. Satılan araziler, köy yerine yüksek duvarlar arkasına yapılan havuzlu villalar, bütün bu al-satın getirdiği komisyon ekonomisinde yer tutanlar bu uyumlanmanın temel ayaklarını oluşturuyor. Bütün bunlara paralel olarak yaratılansa kültürden, mimariden, sanattan, müzeden, gastronomiden, nitelikli müzikten yalıtılmış bir turizm cehennemi. Örneğin bilinen 3000 yıllık tarihi olan Datça’da ne bir etnografya müzesi vardır ne arkeoloji müzesi. Knidos Afroditi, Knidos Aslanı gibi dünyaya mal olmuş efsanevi sanat eserlerinden gündelik yaşamda bir iz yok.  

Yaptırımların zayıf kalması, akrabalık, particilik, eş dost ilişkileri, mafyanın ağzını sulandıran yüksek artı değer, beyaz yakalının rüyasını süsleyen o şirin kıyı köylerindeki romantizmini kısa sürede öldürdü. Artık köylü de yok çünkü köy bakkalı da köy kahvesi de yok. Köye dair tek olan yanlış eğitim politikalarıyla terk edilmiş, harabeye dönmüş köy okullarının bahçelerindeki düğünler. Bir de çoğunlukla o okullara bitişik camiler. Köy nasıl olsun, neden olsun, kim verecek bu kadar emeği. Büyük zincir süpermarketler, paketli ürünler böyle bir şeye izin verir mi? Sonra iki aya sıkışmış turizm sezonunda on iki aylık gelir elde etme zorunluluğu da her şeyin önüne geçmiş durumda.

Bu yazı yazılırken Datça’da elektrikler kesildi. Elektriklere bağlı olarak da sular. Su pompasının jeneratörü yokmuş. Trafik ışıkları bile çalışmadı. Derin dondurucusundaki etleri, balıkları bozulan esnaf, işlerini çevrimiçi olarak sürdürmek durumunda kalan yüzlerce insan, su kesilmesiyle panikleyip marketlerdeki suyu yağmalayanlar... Suratlar asık, herkes öfkeli. Şunun şurasında bir haftalık tatil değil mi? Rezervasyon iptalleri, sosyal medyayı ayağa kaldırmalar… Kısacası herkes tepkili. Oysa çok mu sürprizdi bütün bu kesintiler? Önlem alınabilirdi. En kötüsü ders de çıkarılmadı. Ve şu an devam etmekte olan inşaatlar da gelecek yaz aylarında durumun böyle, hatta daha vahim olacağının habercisi değil mi?

Şimdilik ortalık mutedil dalgalı. Sıcaklar da gelecek için pek umut vermiyor. Nasıl oldu da bu kadar kısa bir sürede Datça’yı ve benzer yerleri yaşanmaz bir duruma soktuk? Hangi politik ve ekonomik öncelikler ve tasarruflar bu güzelim memleketi yaşanmaz hale getirdi?

Yanıtı verilmesi gereken soru sanırım budur.