Hukukun sefaleti, sefaletin hukuku

Hukuk, öznelerin demokratik  katılımıyla oluşturulacak bir uzlaşma ve devamlılıktır. Belli zeminler üzerine yükselir.

Devlet her yıl “Adli Yıl Açılışı” adında bir müsamere düzenler. Bu müsamereyle beraber Temmuz ayında tatile girmiş mahkemeler tekrar işbaşı yapar. Devletin üst düzey erkanı toplanır; Yargıtay Başkanı, Türkiye Barolar Birliği Başkanı konuşmalar yapar. 2010 yılından önce Yargıtay Başkanı da TBB Başkanı da yargının sorunlarını siyasiler önünde dile getirirdi. Sorunların çok fazla çözüldüğü görülmemiştir ama en azından güncel sorunlar görülürdü.

Sonra yavaş yavaş konuşmaların içeriği değişmeye başladı. Yargıtay Başkanı daha önce, TBB Başkanı ise 2016 yılında (o dönem ki Başkan Metin Feyzioğlu) iktidarı eleştirmeyi bıraktı. Bu açıdan, yeni seçilen TBB Başkanı Erinç Sağkan’ın dün siyasileri tekrar eleştirmeye başladığını gördük. Başkan Sağkan, konuşmasında yargının ve avukatların önemli sorunlarına değindi. Ancak bu geçen sürelerde çok şey değişmişti. Artık bu konuşmaların bir anlamı yok, çünkü ortada bir hukuk yok!

Hukukun ne zaman ortadan kalktığına dair kesin bir tarih yok. Herkes kendi analizine göre bir tarih verebilir. 12 Eylül 2010, 17/25 Aralık 2013, 15 Temmuz 2016 üzerinde durulması gereken dönemeçlerdir. Bence bu tarihlerin her biri hukuk erozyonuna katkı da bulunmuş sonra süreç içinde zayıflayan zemin birden çökmüştür. Selahattin Demirtaş’ın ve Figen Yüksekdağ’ın ya da Osman Kavala’nın tutuklanması ve bu konularda verilen AİHM ihlal kararlarının  uygulanmaması, gazetecilerin tutuklanması, serbest bırakılan ÇHD’li avukatların ertesi gün tekrar aynı mahkemece tutuklanması, bir gecede yüzlerce yüksek hakimin göz altına alınması ya da OHAL kararnamelerinin Anayasa’ya aykırı olmadığına hükmeden Anayasa Mahkemesi kararı gibi kararlar, zeminin çökmesinde payı bulunan büyük kaymalardır. 

“Bu topraklarda zaten hiç hukuk yoktu” diyenler de olacaktır. Mutlak bir adaletten bahsediyorsanız böyle de söylenebilir elbet. Ancak bir parça aydınlanma felsefesine inanıyorsanız, mutlak varlık/yokluktan ziyade adım adım ilerleyecek bir hukukun inşasından bahsedilebilir. Bu adım adım inşa da imparatorluklardan modern devletlere geçiş ve yurttaşlıkla beraber gelen ve bireyi esas alan burjuva  devrimlerinin etkisi açıktır. Ortaçağ hukukunda esas olan geleneksel (şeri) hukukla yöneticilerin sözünün geçerli olduğu örfi hukuk yerine bir modernist burjuva hukuku 19. yüzyıl başından itibaren kurulmaya çalışılmıştır. Bunun yansıması Türkiye’de Cumhuriyet Devrimleriyle olmuştur. Şüphesiz ki Cumhuriyet tarihinde de kanuna hukuka ve vicdana uygun olmayan çok sayıda hukuki olay ve karar vardır. Yukarıda da belirtiğimiz gibi olması gereken hukuk, inşa edilmesi gereken bir süreçtir. İdeolojik, ekonomik ve sosyal ayakları vardır. Belki ülkede ve dünyada tüm eşitsizlikler ortadan kalkmayacak tüm kararlar adil olmayacaktır. Belki böyle bir yer sadece “ütopya”dır. Yine de insan o ütopyanın peşinden koşmalıdır ki mevcut gerçeklik düzelebilsin.

Bugün geldiğimiz nokta ise modernist devletin kendi koyduğu kurallara bile uymamasıdır. Bir devlet, kendi koyduğu kurala uymaz ise aslında ortada bir hukuk, dolayısıyla bir devlet yoktur. Toplumsal uzlaşma, kurallara uymakla mümkündür. Ancak bir tarafta iktidardan olmayan insanlar/azınlıklar her şekilde hedef gösterilirken (hatta öldürülürken) ve içinde bulunduğumuz hukuki düzen o faillere bir şey yapmaz iken, diğer tarafta siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen her söz hemen hukuk ve kolluk marifetiyle bastırılıyorsa ortada ikili bir hukuk düzeni var demektir. Eğer iktidardan yanaysan işlenilen suç her ne olursa olsun, (Rabia Naz, Nadira Kadirova, Büyüknohutçu dosyalarında olduğu gibi cinayet, Sezgin Baran Korkmaz-Ali Fuat Taşkesenlioğlu dosyalarında rüşvet ve irtikap, Melih Gökçek vakasında görevi kötüye kullanma ve zimmet, Erzincan İliç’te çevreyi kirletme ve kamu sağlığını tehlikeye atma ve buraya yazabileceğimiz binlerce başka dosya) iktidarın memurları  bunları görmezden gelecektir. Buna karşın iktidarı sadece eleştiren siyasi parti başkanı, iktidarın sevmediği ünlü bir iş insanı ya da gazeteci, yöneticilerin suçlarını anlatan ya da parkını savunan  avukatlar/mimarlar, ya da Cumhurbaşkanı’nın geçmişte mezun olduğu  okulu küçümseyen bir pop sanatçısı dahi olsanız tutuklanmaktan kurtulamazsınız. Buna da “düşman hukuku” denir. Önemli olan sizin eylemleriniz değildir. Kimliğiniz ve siyasi yelpazede nereye ait olduğunuzdur.

Hukuk, öznelerin demokratik katılımıyla oluşturulacak bir uzlaşma ve devamlılıktır. Belli zeminler üzerine yükselir.

Şu anda içinde yaşadığımız sefalet hali, ortaçağ hukukundan bile geriye düşen ilkel bir güç tahakkümüdür. Bu yüzden sefaletin hukuku, kentsel dönüşüm adı altında mahalleleri köyleri polis zoruyla boşaltır, jandarma eliyle orman kesimine eşlik eder, yüzlerce kişinin hayatını kaybettiği iş cinayetlerinde sermayesini kollar. Kameralar önünde öldürülen bir Baro Başkanının dosyasında 7 yıldır yol alamaz çünkü almak istemez. Dolayısıyla dün açılışı yapılan hukuk devletinin adli yılı değil, hukukun sefaletidir.   

Bu sefaleti ortadan kaldırmak da yine toplumun elindedir.


Hukukun sefaleti, sefaletin hukuku: Marx’ın, Proudhon’un “Sefaletin Felsefesi” kitabına karşı yazdığı “Felsefenin Sefaleti”ne çağrışımla…