Futbol üretmek

Futbol oyunu, her yeni deneyiminden bir şeyler kazanıyor ve bu bilgi havuzunun yeni denemelerini her hafta sahaya bırakıyor.

Futbol kulüplerini kabaca ikiye ayırmak mümkün. Ekonomik büyüklük, tarihsel büyüklük, taraftar sayısı oranınca büyüklük gibi sınıflandırmalara girecek değilim, gidip de kimin kaç kupası varmış sayacak hiç değilim. Bu sefer tarifi farklı yerden yapalım.

Dünyadaki bütün kulüpler üç aşağı beş yukarı benzer formasyonlarla oynuyorlar. Üç aşağı beş yukarı benzer tarihsel aralıklarda benzer sayıda teknik direktörle çalışıyorlar, hepsinin stadumlarını dolduracak kadar taraftarları var, tarihin bir yerinde alınmış kupaları var. Buradan bakınca, kulüpler arasındaki farklar silikleşir. Burada ayırıcı olan, kulüplerin dünyadaki futbol üretimine katkıda bulunup bulunmadıklarıdır.

Futbol üretmek nedir, belki de oradan başlamak gerek. Hiç şüphesiz, bu kulüplerin özelliklerinden biri; futbolcu üretmektir. Sadece bir altyapı faaliyetinden bahsediyor değilim. Örneğin, güncel olarak dünyanın en iyi futbolcularından biri olan Mohamed Salah, Liverpool kulübü için ve hatta dünya futbolu için yeniden üretimdir. Liverpool kulübü Salah’ı, daha önce hiç olmadığı kadar iyi hale getirmiştir. Aynı örneği, Salah’ın ters kanadında oynamakta olan Sadio Mane için de söylemek mümkün. Liverpool formasıyla sahaya çıkana kadar Mane’nin bu kadar verimli bir oyuncu olacağı tahmin edilebiliyor değildik. Belki de edilseydi başka kulüplerin radarına daha önceden girerdi. Şimdi bu oyunculara 30 Milyon Euro, 50 Milyon Euro bonservis bedeli ödendi diye, bu oyunculara Liverpool tarafından “üretilmiş” birer futbolcu dememize engel olan nedir? Öyleyse, anlıyoruz ki bir oyuncuya ödenen bonservis bedeli, o oyuncunun yeniden ve çok daha değerli bir şekilde futbolun hizmetine sunulmasına engel değil. Biz oyuncu yetiştirme denince hep altyapıdan çıkan 15 yaşındaki çocuğun üst düzeyde futbol oynayabilme yeterliliğini anlarız. Eğer bir kulüp yapısı, kadrosunda bulundurduğu oyuncuları olduğundan daha iyi gösterebiliyorsa, onlara değer katabiliyorsa, geliştirebiliyorsa, onların zaaflarını gizleyecek çalışma metodlarını planlayabiliyorsa ve en nihayetinde daha iyi birer sporcu yapıyorsa bu net olarak “üreten” bir futbol kulübüne işaret eder.

Futbol üretimi denince aklıma getirmemiz gereken diğer konu da taktiksel anlayış olmalı. Futbol oyunu, her yeni deneyiminden bir şeyler kazanıyor ve bu bilgi havuzunun yeni denemelerini her hafta sahaya bırakıyor. Futbol, taktiksel olarak geçmişte denenmiş ve başarılı olmuş olanların yöntemleriyle, yeni ve daha önce yapılmamış olana duyulan heyecan arasında salınıp durur. Test edilmiş oyunlar, o oyunu tercih edenlere bir güvenlik aralığı verir bilgiyi geçmişten alırsınız. Lakin bu oyun aynı zamanda rakibinizin sizin yapabileceğiniz tüm hamlelerin de bilgisine önceden sahip olması anlamına gelecektir. Neticede; siz denenmiş bir oyunu tekrar ederseniz, rakibiniz de o denenmiş oyuna karşı planlama yapabilme şansına sahip olur.

Oysa yeniyi ve denenmemiş veya denenmişse de başarılamamış olan oyunların peşinden gidenlerin ayak izleri yoktur. Sahaya çıktıklarında anlaşılır neyi nasıl yaptıkları. Zaten futbol sahasına çıkıldıktan sonra iş işten geçmiştir. Yeni oyunlar peşinde koşan, yapılamaz denenleri yapmaya gayret eden, futbol oyununu bugüne kadar oynanmış olandan daha iyi oynamak konusunda irade koyan bazı kulüpler vardır. Bu kulüpler zaten güçlerini, isimlerden bağımsız olarak bu iradeden alırlar. Onların rakibi, sahada karşı sahada duran diğer takımın oyuncuları değildir. Onların rakibi, bir ölçüde de kendileridir. Pep Guardiola ve Jurgen Klopp bu tarz teknik direktörler arasında kabul edilebilir. Uefa Kupası’nın alındığı dönemdeki Fatih Terim, Beşiktaş’la şampiyonluk kazanana kadar Şenol Güneş de bu isimler arasında sayılabilir. Ancak bunun o kulübün bir kültürü haline gelmesi, bu teknik direktörler olmadığında da o kulüplerin ne tip teknik direktör tercih ettikleriyle doğru orantılı olacaktır. Örneğin Liverpool, Jurgen Klopp futbolunun tadını aldıktan sonra gidip de Diego Simeone gibi yeniliği olmayan ve hatta oyunu oynatmamanın kitabını yazmış bir teknik direktör tiplemesine görev verirse, futbolun taktiksel üretimine bir kulüp olarak katkıda bulunduklarını ifade edemeyiz. Lakin geleneksel olarak, teknik direktör tercihini de bu saiklerle yapan kulüpler var.

Futbol üretiminin iki temel sac ayağını böyle tariflemek mümkün. Futbolcunun üretimi ve taktiksel üretim. Bu perspektifi alıp Türkiye’de döndüğümüzde gördüğümüz manzara içler acısı. Soru şu olmalı, kulüplerimize transfer yapan oyuncular, bugün itibariyle geldikleri hallerinden daha donanımlı ve doğal olarak daha değerli birer futbolcu haline gelmişler mi? Galatasaray örneğinde Cidaldau veya Morutan’ın böyle bir gelişim içinde olduğunu söyleyebiliyor muyuz? Beşiktaş’ta Rıdvan Yılmaz veya Domagoj Vida Beşktaş’ta oynamaya başladıkları tarihten bugüne daha iyi birer futbolcu haline geldiler mi? Güncel kadrolarına bakarsak Fenerbahçe ve Trabzonspor’da bu sorumuza gelişim gösteren oyunculardan birkaç tane saymak mümkün. Böyle tekil futbolcu bazında bakarsak Beşiktaş veya Galatasaray’da da bulabiliriz ama mesele bu değil. Bu tip bir üretim oyuncu üzerinden değil, takım bütünlüğü üzerinden değerlendirilir. Bu takımların kadrosundaki oyuncuları Avrupa’daki bir başka takımın kadrosuna yerleştirsek, daha iyi birer futbolcu olurlar mıydı?

Oyunun taktiksel üretimine dair zaten söylenebilecek bir şey yok. Daha 4 ay öncesinde bir büyük takımımızın üçlü savunma formasyonunda oynayamayacağı kamuoyu tarafından kararlaştırılıp, teknik direktörün görevine “kamuoyunca” son verildi. Zira Türkiye’de 4-2-3-1 diye bir kalıp vardır, herkes onu oynar, herkes onu yorumlamak ister. Eğer bir takım başarısız olmuşsa önce 4231 oynayıp oynamadığına bakılır. 4-2-3-1 oynamıyorsa, sorun budur. Oynuyorsa başka sebeplere bakılır. Zaten kovulan teknik direktörün yerine gelen “yerli” teknik direktör, hemen bir 4-2-3-1 dener, ne olur ne olmaz diye. Türkiye’de futbolcuları sahaya formasyonsuz gönderseniz, bi müddet sonra 4231 şeklini aldıklarını görürsünüz, buranın havasından suyundan herhalde. Böyle bir futbol ülkesinde, oyunun oynanış biçimine dair devrimsel bir katkı yapılması ne kadar mümkün olabilr ki?

Futbol kupayı merkeze konulduğunda belki o kupayı kazandırıyor ama eğlencesi kaybediyor. En az kupa kazanmak kadar önemli olan değerleri var futbolun. Bu değerler de kaynağını hayattan alıyor. Daha iyiye, daha güzele, daha eğlenceliye, daha heyecanlıya ve daha anlamlıya olan yürüyüştür. Öyle bir başarının da tadı farklı olur zaten. Hatta öyle bir başarısızlığın da anlamı farklı olur. Futbolun aradığı anlam, belki biraz da buralardadır.