Faili meçhul transfer

Tribüne gelen seyircide, televizyondaki izleyicide tatmin duygusu yaratmaktan uzak olan kulüpler, bu eksikliği taraftarın istediği transferleri yapmakla çözebileceklerini düşünüyorlar.

Futbolun sadece sportif bir mesele olmadığını, toplumsal birçok boyutunun da olduğu yadsınamaz bir gerçek. Lakin ne olursa olsun; meselenin özü, izleyeni eğlendirebilmek, heyecanlandırabilmektir. En azından, tribünde veya ekran karşısında sunduğu gösterinin belli bir kalite standardında olması beklenir. Futbol, eğer insanları eğlendiremiyorsa, onlara ilham veremiyorsa, diğer alanlardaki katkıları da eksik ve sönük kalıyor. Fransızların efsane teknik direktörü Arsene Wenger’in dediği gibi; “Bir teknik direktörün en zor işi, her hafta o stadyuma gelen insanları mutlu edebilmektir”.

Dolayısıyla tam da buradan; taraftarın talepleriyle, futbolu yönetenlerin kararları arasında karşılıklı bir ilişki doğuyor. Çünkü bu oyun onlar için oynanıyor. Peki ama taraftar; oyuna yön verecek, oyunu ileri götürecek taleplerde bulunmuyorsa ne yapacağız, problem burada başlıyor.

Hayatın her alanında üretmeye değil, tüketmeye yönlendirilmiş insanlar, tribüne girdiklerinde doğal olarak hayatlarında onları şekillendiren tüm değerlerle taraftarlık yapıyorlar. Bu da hiç şüphesiz, taraftarda bitmek tükenmek bilmeyen bir tüketme arzusu doğuruyor. Sporda daha iyiye gitmek şüphesiz ki temel amaçtır ancak transfer yapmak amaç değil, olsa olsa araçtır. Türkiye’de ise futbol, transfer yapmak için oynanıyor. Futbolu, transfer yapmak için araçsallaştırdığınızda ellerini ovuşturan bir sürü kitle yaratıyorsunuz. Menajerler, yöneticiler, diğer aracılar, teknik direktörler... Yeninin cazibesini yadsıyor değilim ama sadece yenisi olsun diye bir şeyi değiştirmenin de akılcı olduğunu iddia etmek mümkün değil.

Tribüne gelen seyircide, televizyondaki izleyicide tatmin duygusu yaratmaktan uzak olan kulüpler, bu eksikliği taraftarın istediği transferleri yapmakla çözebileceklerini düşünüyorlar. Oyuncu, maliyet, gereklilik gibi konular kulüplerin bırakın öncelikleri arasında olmasını, değerlendirme kriterleri içinde bile olmayabiliyor. Zira herhangi bir transferin beklenen etkiyi yaratamama ihtimali her zaman vardır; doğru transfer yapmak zordur, doğru maliyetle eşleştirmek beceri ister. Pahalı transfer yapmak ise beceri istemez, kulübün -size ait olmayan- parasını harcarsınız neticede. En fazla mali kongrede bir amcayı sahneye çıkartıp “bu kulüpte ibra bir gelenektir” dedirtirsiniz. Yaptığınız yanlış transferin referansı, yanlış transfer yapmış bir başka kulüp olur. Kendi enkazınız orada dururken, sizden önceki yönetimin bıraktığı enkazı da eklersiniz konuşmanızın bir yerine. Beşiktaş’ın efsane başkanı Yıldırım Demirören’in üst üste yaptığı başarısız transferler sonrasında “ben ne yapayım? Ben alıyorum, teknik direktör oynatamıyor” demişti. Transferin “onlar” açısından ne kadar kusursuz bir yöntem olduğunu çok iyi anlatıyor. Tam da o yüzden, her sene 15 oyuncu gelip 20 oyuncu gidiyor.

Futbol, eğer kitleleri “oyunla” tatmin edebiliyor olsaydı, bu tür bir transfer bağımlılığına kapılmayabilirdik. Meselenin özünün iyi oyun olduğunu ve bunun tek yolunun da transferden geçmediğini deneyimleyemediğimiz için, önümüze devrimci bir örnek gelmediği için, tüm kulüpler birbirinin kopyası gibi davrandıkları için, bu döngünün bir türlü dışına çıkamıyoruz. Bugün dünyanın en büyük kulüpleri arasında olan Bayern Munich’in, Liverpool’un, Barcelona’nın ve şu an sayamayacağımız birçok dev kulübün ise kendilerini transfer üzerinden tanımlamadıklarını görüyoruz. Bu kulüpler, dönemsel iniş çıkışları olmakla beraber, her zaman bir oyun standardı vaat ediyorlar. Elbette, devasa bütçeleriyle çok ciddi bir satın alma gücüne sahipler. Lakin stratejik planlamaları sadece tüketmek üzerine değil. Bugün herhangi bir Türk takımının, dünyadaki futbol oyununa herhangi bir katkı sunduğunu söylemek ise imkansız.

Buraya kadarki kısım, transfer gerçekleşene kadarki süreçti. Oyuncu gelir. Kısa bir süre sonra performansı düşmeye başlar ve kalan yaklaşık 3 senede kontratının bitip gitmesi beklenir. İşte o gün sorarız; bu transferi kim yapmıştı? Öyle ya, övgüsüyle, sövgüsüyle bilmek isteriz. Kulübün başkanı çıkar “biz aslında almayacaktık ama taraftar çok istedi” der, teknik direktör çıkar “Ben aslında istemiyordum, şu oyuncuyu istiyordum, ama onu aldılar” der. Taraftar da çıkar “Başkan, paralar nerede?” der.

Gerçekleşirken düğün dernek bayram yaparak, havaalanlarına kadar binlerce kişiyi götüren, yöneticilerin fotoğraf çektirmek için birbirleriyle yarıştıkları o transfer, 4 sene sonra sessizce ülkeden ayrılır. Eğer bu, kurumsal hafızaya eklenen bir deneyim olsa yine iyi, boşalan oyuncu hakkı yerine, yine yeni yeniden ve bu sefer çok başarılı olacak o ismin peşine düşmeye başlarız. Bu süreç, Şampiyonlar Ligi’nin 1. hafta maçına kadar sürer.

Sahi sorumlusu kim bunun?