Drakula: Son Yolculuk

Dracula’yı anavatanı Transilvanya’dan İngiltere’ye taşıyan geminin seyir defterini içeren yaklaşık beş sayfasının serbest bir uyarlaması olarak ayrıksı bir Dracula filmi.

Bram Stoker’ın Dracula (1897) romanındaki vampir Kont Dracula, ‘sessiz sinema’ döneminden günümüze dek yüzden fazla filmde göründü, romanın doğrudan uyarlaması konumundaki sinema filmlerinin sayısı bir düzine dolayında olsa da. Ülkemizde ABD’ye oranla iki hafta rötarla dün (Cuma) vizyona giren Drakula: Son Yolculuk (The Last Voyage of the Demeter) ise ünlü romanın tamamının değil de yalnızca çok kısa bir bölümünün, Dracula’yı anavatanı Transilvanya’dan İngiltere’ye taşıyan geminin seyir defterini içeren yaklaşık beş sayfasının serbest bir uyarlaması olarak ayrıksı bir Dracula filmi.

Dracula romanının kalıcı bir etki yaratmış olmasında korku mizansenleri içeren bölümlerinin çok ustaca tasarlanmış ve kaleme alınmış olmasının yanı sıra dolayımlı ama belirgin biçimde cinselliğe dair çağrışımlar yapan bir metin oluşunun da payı olsa gerek. Dracula, kadınları eşlerinden, nişanlılarından kopartıp kendine bağlayan ve onların ‘mahvolmalarına’ sebep olan bir baştan çıkarıcıdır adeta. İngiliz aile düzeni ve dolayısıyla İngiliz toplum yapısı için tehdit oluşturan bu öznenin bir yabancı oluşu, “yerli ve milli olmayışı”, 19. yüzyıl sonlarında Viktoryen değerlerin sarsıldığı, bu arada kadın hakları arayışlarının filizlendiği dönemde Viktoryen çağın toplumsal cinsel kalıplarının aşınmaya başlamasının sorumlusu olarak dışsal bir günah keçisi kurgulanması olarak görülebilir.

Bu noktadan devamla ve onun ötesinde, Transilvanya’ya çağırdığı İngiliz konuğunu aciz kılıp kendisi kalkıp Londra’ya gelen ve İngiliz kadınları ele geçirmeye yönelen Transilvanyalı asilzadenin odağında olduğu Dracula, Batılıların Şark’ta serüvenler yaşadığı oryantalist öykü ve romanların özünü alıp bir anlamda tersine çevirmesi açısından da ilginç bir anlatıdır; burada Batılı fetih fantezisi yerini karşı tarafın Batı’yı fethi fobisine dönüşmüştür.

Bu analizlerin yanı sıra, doğrudan ve spesifik olarak Dracula’ya gönderme içermemekle birlikte Marx’ın sermayeyi betimlemek için “vampir gibi, canlı emeğin kanını emerek yaşayan ölü emek” analojisini kullanmış olmasını da anabiliriz. İtalyan edebiyat kuramcısı Franco Moretti, Marx’ın bu analojisini çıkış noktası olarak alıp Dracula’ya uyarladığında Dracula’yı salt genel olarak sermayenin değil, birikimini sürekli genişletme dinamiği içindeki tekelci sermayenin metaforu olarak da görür, Dracula’nın toplumsal-cinsel çağrışımlarını yadsımadan ve o çağrışımlardan ayrı olarak.

Görüldüğü üzere Dracula anlatısı olukça zengin bir anlatı. Romanın, bir ay süren bir yolculuğu (*) anlatsa da beş sayfa kadar tutan bir ara bölümünden uzun metraj bir film çıkarma fikri çok ilginç, potansiyeli olan ve herhalde cesur sayılması gereken bir fikir. Drakula: Son Yolculuk’un senaristlerinin bu zorlu uğraşın altından pek kalkabildiklerini ise düşünmüyorum. Transilvanya’da geçen giriş bölümlerini İngiltere’de geçen ana bölümlere bağlama işlevi taşıyan bir ara nağme niteliğindeki bu bölümün metnine birebir sadık kalınsa belki zengin “alt-metinleri” olmayan ama yalın biçimde dehşetengiz bir korku filmi ortaya çıkabilirdi. Drakula: Son Yolculuk’un senaristleri ise anlatının bu bölümüne kaptan ve rutin mürettebat dışında siyahi bir doktor ve ayrıca bir çocuk ile gayri-ihtiyari kaçak yolcu konumunda genç bir kadın katarak siyahi karakter üzerinden filmin anlam dünyasına farklı bir eksen oturtmaya yönelmişler.

Filmin başkarakteri olan siyahi doktor, derisinin rengi dolayısıyla ayrımcılığa uğrayarak bu deniz yolculuğu öncesinde mesleğini icra etmekten alıkonulmuş bir mağdur konumunda ve kendi ifadesiyle yeryüzündeki kötülüğü anlama derdinde. Yolculuk esnasında ise karşısına mutlak biçimde kötücül bir canavar olarak Dracula çıkar. Bu arada Dracula’nın romandaki gibi “uzun boylu, zayıf ve solgun” biri olarak değil Jeepers Creepers filmlerindeki kanatlı canavarı anımsatan bir mahluk olarak perdeye gelişi, mutlak kötücül bir varlık olarak kodlanmasıyla uyumlu olabilir. Ancak sorun, Dracula’nın erotik çağrışımlarından arındırılması değil, başkarakterin hayatta karşısına ırkçılık olarak çıkmış dünyevi kötülüğün üstüne karşılaştığı mutlak kötücül canavarın mutlak kötücüllüğü ile dünyevi kötülükler arasında bağlantı kurabileceğimiz herhangi bir çağrışım olmaması. Dolayısıyla yeni bir “alt-metin” üretme yönelimi havada kalıyor, siyahi başkarakterin ırkçılık mağduriyeti de boşta kalmış oluyor.

Kalburüstü bir dehşet atmosferi yaratma açısından ise filmin ancak kısmen başarılı olduğu söylenebilir; özellikle son çeyreğinde görkemli dehşet mizansenleri içeren ve kesinlikle sinema ortamında izlenmeyi hak eden sahneler perdeye geliyor ama filmin ana gövdesi ise vasatın ancak bir tık üstünde seyrediyor. Belki de bu vasatlık hissinin asıl sebebi, zoraki gelen diyalog sekanslarıdır.

(*) Bu arada romanın bu bölümünde kaptan yolculuğun başlangıcında İstanbul ve Çanakkale boğazlarından geçerken gümrük görevlilerine “bahşiş” verdiğini kaydeder! Ancak bu pasajlar filme aktarılmamış.