Çelebi’nin tuzu

Siyaseti yalnızca “uluslar arasındaki çatışma” düzleminden okuyan, kendi ulusunun çıkarlarını başka ulusların üstünde tutan, bu anlamıyla “kardeşlik” kavramı ile yan yana gelmesi mümkün olmayan ulusalcılık, sizi doğal olarak hep sağa doğru çeker.

Kamuoyu Mehmet Ali Çelebi’yi önce Ergenekon davaları kapsamında tutuklanmasıyla tanıdı. AKP-Cemaat ittifakının iktidarını yerleştirmek üzere kullandığı bir davada, Kara Harp Okulu’nu 4.’lükle bitirmiş, “geleceği parlak” bir teğmenin şeriatçı bir örgütlenmenin içine sızarak faaliyetlerde bulunmakla suçlanması ve 41 ay tutuklu kalması oldukça dikkat çekiciydi.

Çelebi tahliyesinin ardından CHP’ye katıldı. İki dönem Parti Meclisi üyeliği yaptı ve 2018 seçimlerinde İzmir’den milletvekili seçildi.

Geçen yılın başlarında, anadilde eğitim tartışmalarında “net tutum almamak”, eşit yurttaşlık taleplerine “prim vermek” gibi eleştiriler sunarak CHP’den ayrılan Çelebi Memleket Partisi’ne geçti. Muharrem İnce’yle yol arkadaşlığı da erken bitti. Birkaç gündür Cumhur İttifakı ve Erdoğan övgüleriyle dolu açıklamalarda bulunan Çelebi, bir yandan da binlerce tweetini silerek, kişisel geçmişini ve kişiliğini iktidarla uyumlu hale getirmeye çalışıyor.

Türkiye siyasi tarihinde büyük çalkantılar, radikal değişim ve hamleler çokça yaşandı. Buna rağmen, doğru bir zaviyeden baktığınızda Türkiye’de bile olsa siyasette sürprizlere pek az yer kalır. Çoğu zaman geçmişte alınmış kimi tavırlar, izlenmiş tutumlar, daha da ötesi sahip olunan ideolojiler veya o ideolojilere yüklenen anlamlar geleceğe de ışık tutar.

Mehmet Ali Çelebi vakasına da böyle bakabiliriz. Çelebi tek örnek değil ama kamuoyunda en fazla ses getiren örneklerden olduğu için üzerinde konuşmaya değer.

İşin iki boyutu var. Birincisi ve bu vakada en önemli gibi görüneni “ulusalcılık” kavramına ilişkin olanı. Siyaseti yalnızca “uluslar arasındaki çatışma” düzleminden okuyan, kendi ulusunun çıkarlarını başka ulusların üstünde tutan, bu anlamıyla “kardeşlik” kavramı ile yan yana gelmesi mümkün olmayan ulusalcılık, sizi doğal olarak hep sağa doğru çeker. Ulusalcılık; tarihin kimi dönemlerinde sömürge ülkelerde halkların kurtuluş mücadelesinin önemli bir parçası olabilmişse de, gerek bu mücadeleler içinde gerekse bağımsızlık kazanıldıktan sonra, ulusun içindeki gerici eğilimler ve patron sınıfıyla uzlaşmanın yollarını döşer. Ürettiği argüman da çok “ikna edicidir”: Düşmana karşı ulusun çıkarı bunu gerektirir!

Yakın geçmişimizde, ulusalcılığı ve ulusalcıları test ettiğimiz birkaç örnek yaşandı. Bir tanesi “çözüm süreci” idi. Bu sürecin nasıl yürütüldüğü, samimi olup olmadığı elbette sorgulanabilir, eleştirilebilirdi. Ama Kürt sorununun barışçıl bir çözüme kavuşturulmasına yekten karşı olmak, bu fikri karşıya almak, başka bir anlama geliyordu. O anlam, savaştan nemalanmak, silah ve başkaca tüccarlıkların sürmesini istemeyi de içeriyor ama daha mühimi, kardeşlik fikrini reddediyordu.

Aynı şekilde, Saray Rejimi’nin bekası için girişilen sınır ötesi askeri faaliyetler de bir başka turnusol kağıdı oldu. Faşizan rejim, muadilleri gibi, hep daha fazla savaş ve yayılma istiyor, ulusalcılık da “bekâ savaşının” gönüllü askeri oluyordu.

Suriye’de başlayan ayaklanma ve bu ülkeye dönük dış müdahalenin ana aktörlerinden olan AKP’nin bölgesel çatışma politikasına en başından ve ilkesel olarak set çekmeyen herkes, tuzunu hazırlamış Saray’ın “bekâ” hıyarına koşmaya başlamıştı.

Memlekette tuz rezervi fazlaydı, Çelebi de unutulmamıştı.

Meselenin ikinci boyutu ise bu kısa yazıda ideolojik köklerine pek inemeyeceğimiz ama daha önce “Yetmez ama Evetçilik”te örneğini gördüğümüz politik psikolojiyle ilgili…

Politik varlığını 12 Eylül karşıtlığına indirgeyen ama maalesef 12 Eylül’ün neden ve sonuçlarını idrak etmekten dahi uzak bir grup “liberal”, AKP’nin “darbeyle hesaplaşma” ambalajlı paketine sarılıvermişti. Şimdi aynı sendromu daha niceleriyle birlikte Çelebi’de de görüyoruz. Daha önce bir yazıda bunun 2. Yetmez ama Evetçilik olarak anılması gerektiğini yazmıştım.

Türkiye aydınının birincisine kinini sürdürürken ikincisine bu kadar kör kalmasını ise açıkçası artık iyi niyetle açıklayamıyorum.

AKP dönemi birçok açıdan çok öğretici deneyimlerle dolu. Başka hangi iktidar on yıl içinde liberalizm ve ulusalcılığın düşünsel akrabalığını bu kadar açıkça ortaya koyabilirdi ki…