Acı eşiği

Hayat ve tarih risk almayı başaranların değerli kıldığı bir şey değil midir zaten?

Akın Olgun

Ceberrut politikaların devlet şiddetiyle uygulanması ve toplumsal itirazların, değişim, dönüşüm taleplerinin kanla bastırılması ve her defasında acının daha büyüğünün yaşatılması, toplumun da acı eşiğinin de yükselmesine yol açıyor.

Topluma yüklenen sıkıntıların, çaresizlik duygusuyla birleştiğinde nasıl derin bir sessizliğe dönüşebildiğini, kendi kişisel hikayelerimize, tepkilerimize bakarak bile anlayabiliriz. Hepimiz kızdığımız, hayret ettiğimiz, şaşırdığımız şeyin parçası ve tanışıyız bu yanıyla.

“Bu halktan hiçbir şey olmaz” sözünde somutlanan ve kendi dışımızda bir neden ararken, kendimizi de aklamanın aracına dönüşen bu retoriğin her dönem karşımıza çıkması boşuna olmasa gerek.

Suskunluk ile sessizlik arasında ince bir çizgi var bu yanıyla.

Her sessizlik bir suskunluk değildir çünkü.

Bunun nedenlerinin farkına vardığımızda, odağına kendimizi koyduğumuzda, acılara ve yaşatılanlara ne kadar yabancılaştığımızı görürüz. Sessizliğimizin ana nedenlerinden biridir bu belki de.

Yaşatılanı hissetme, onu anlama, onunla baş etme sürecimiz, öfkemiz, bir alışma ve normalleştirme halini de birlikte inşa eder her zaman. Bunun farkına varmamız ise zamanla olur.

301 madencinin katli, Roboski, 10 Ekim, Suruç Katliamı ve her defasında acı eşiğimizin yükseltilerek, hissetme duygumuzun silikleşmesi ve sonrasında ne yaşanırsa yaşansın kabullenme halinin oluşması elbette sessizce yaşanan bir sarsıntıyı da tarif eder.

Cezaevine sürüklenen her ismin ardından bakakalmak ve bir süre sonra onu da kanıksar hale gelmek gibi…

Engel olamadığımız, değiştiremediğimiz şeylerin “normalleştirilmesi” elbette kaçınılmaz bir sonuçtur.

Örgütlü mücadeleye, örgütlü mücadelenin ve bir arada durmanın gücüne kasteden, organize bir devlet şiddeti olduğunu biliyoruz. Bizi sessizleştirdiği gerçeğinin üstünden de atlayamayız ama bu suskun olduğumuz anlamına gelmiyor.

Hala sözümüzü kuruyorsak, tüm şiddete rağmen itiraz edip, siyasetin temel gücü haline gelebiliyor ve insan kalmanın iradesini elimizde tutuyorsak, bu, sessizliğin aslında bir suskunluk olmadığının işaretidir. Sessiz yanımız olan biteni normalleştirirken, suskun yanımız içimizde biriktirdiğimiz adalet ve hesaplaşma duygusunu canlı tutmaktadır ve açık bulduğu her kapıyı zorlayarak, dönüştürücü güce sahip olduğunu hissettirmektedir.

Acı eşiği, iktidar ne yaparsa yapsın, hangi şiddet yöntemini kullanırsa kullansın, gidişini de hızlandıran bir soğukkanlılığı beraberinde getiriyor. Yapılacak her provokasyon, her kaotik hamlenin, soğukkanlı bir dirençle karşılaşması çok çok olası.

Bir şeyi yaşamakla, ona hazır olmak arasındaki fark gibidir bu.

Toplumun acı eşiğini yükselterek, yapabileceklerinin limitini ve etkisini de zayıflatmış oldular bu yanıyla. Topluma yükledikleri travmanın suskunluk tarafına düşen kısmına, devasa bir hesaplaşma duygusu biriktirdiler ve bununla eninde sonunda yüzleşeceklerini söyleyebiliriz.

“Hiçbir şey olmaz, değişmez” duygusu, kendisini dayatıp, bir oldu bitti yöntemiyle “kazandık” dedikleri günü cehenneme çevirebilir. Suskunluğun ürkütücü yanı, kimsenin tahmin edemeyeceği şeyleri bağrında taşımasıdır çünkü.

Siyaset yapma iddiasını taşımak, örgütlenmek, organize olmak sadece buna hazır olma parantezine de sığmaz bu yanıyla. Onu aşarak öznesi haline gelmeyi de ön görür. Kapsayıcılığın gücü de burada gizlidir.

Daralan değil kapsayan, kasılan değil esneyen, duran değil hareket eden bir stratejinin handikapları olduğu doğrudur ama hayat ve tarih risk almayı başaranların değerli kıldığı bir şey değil midir zaten?