6 Şubat 2023’ten sonra...

Geciken kış belli ki uzun sürecek! Ancak ne kadar uzun sürerse sürsün kesin olan şu ki 6 Şubat 2023’ten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!

Ülkemiz, devasa bir cenaze evi. Yastayız. Öfkeliyiz.

Alman devrimci Ulrike Meinhof’un sonradan biyografilerinden birine ad olan bir ifadesinin altını çizerek başlayalım: 

“Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı yeğlerim!”

Şimdilik mıh gibi çakılı kalsın bu cümle burada. Biz sözü başka bir yerden, memleketin kültür sanat ortamının çoraklaşması bahsinden alıp devam edelim çünkü bu yazının ana konusunu vasatlığın deprem hâli oluşturacak.

***

AKP’nin kültürel olarak iktidar olamadığı bir sır değil. Bunu kendileri de değişik vesilelerle dile getirdi. “Sağ” denen siyasal cenah hiçbir zaman entelektüel kültürel bir toplam biriktiremediği için iktidar bu alanda zaman zaman “dışardan satın alma” politikası izledi, zaman zaman da devşirme. Uzayan yeni istibdat yılları boyunca en büyük tahribat ahlaki alanda yaşandı. Toplum çürürken, insani değerleri değişik kademe ve alanlardaki iktidar imkanlarıyla takas edenler, hızını alamayıp kendi yazdığı aşk şarkısında Kâbe’yi bulanlar oldu. Direnç üretmesi beklenen bazı muhalif odaklarda çözülmeler, iktidarın baskın söylemleriyle uyumlu kimi eklemlenmeler yaşandı. AKP; kendisine yakın yayın organlarında köşe sahibi olan “eski solcular” ve iktidar güzellemesi yapan kimi “sanatçılar” üzerinden meşruiyet üretmeye, bir tür rıza, onay oluşturmaya çalıştı. Yirmi yıllık iktidarı boyunca da bu politikasından hatırı sayılır bir verim aldı. 2010 Referandumu sürecinde “Yetmez ama evet”çi “liberal aydınlar”, 2015 sonrasında ise kimi “ulusalcılar” iktidarın değirmenine su taşıyıp durdular.

Toplumun değişip dönüştürüldüğü bu süreçte yaşananlar kendilerini hiç ilgilendirmiyormuş gibi sanatsal faaliyetlerini bireysel kurtuluş reçeteleri, kişisel acılar ve iç dökmeler üzerine inşa eden bir kesim “kalem erbabı” vardı ki büyük bir maharetle dokunulmaz olmayı başardı. Dahası toplumda infial uyandıran bazı olaylara ilişkin yaptıkları düşük dozlu karşı çıkışlarla sol cenah içinde kabul görmeye devam ettiler.

Ağır baskı koşullarının da etkisiyle siyaset kendi mecrasında ve kendi araçlarıyla yapılamaz hale gelince yerine taklitleri geçti. Gerçek aktörler silikleşti. Toplumu sarsacak sanatsal üretimlerin yerini popüler olana ayarlı üretimler aldı. Böylece vasatın dili şarkı sözlerinden plastik sanatlara, sosyal medya aracılığıyla yaygınlaşan videolardan sanat kültür dergisi mi, mizah dergisi mi, yoksa siyasi bir dergi mi olduğu belli olmayan dergilere ve sınırlı da olsa televizyon programlarına uzanan bir hatta istisnasız bütün alanlara egemen oldu. Piyasa Kafa, Öküz, Ot, Bavul gibi o sayı kapağına taşıdığı sanatçıyla müseccel, bardak altlıklı posterli dergilerin istilasına uğradı. Bazı yazar ve şairler –belediyelerin popülist kültür siyaseti dairesinde konuşlananlar dahil– her derginin her etkinliğin çağrılısıydılar, vasata razı edilmiş sol cenah içinde de popülerdiler çünkü. Her ne yazarlarsa yazsınlar kabul göreceğinin rahatlığıyla sanatlarını icra ettiler. O varsa diğeri de vardı. Birlikte vasatlığın devinimsiz ve uyuşturan tarihini yazdılar.

Bütün bunları Gazete Oksijen sefilliğinin arka planını görebilelim diye yazdım. Sosyal medyada da haklı bir tepki alan, trajik deprem fotoğraflarının “imza isimler”e “okutulması” “iş”i gökten zembille inmedi. Öncesi var. Oksijen’in “Proje”sine dahil olan yazarlar bire bir yukarıda değindiğim mecralarda veya çerçevesinde yer almamış olabilirler, olmaları da şart değil zaten. Hemen hepsinin kendi alanlarında bir kültürel “mikro iktidar”ı temsil ediyor olmaları önemli. Daha depremin “kırkı çıkmadan” başkalarının acısı üzerine kalem oynatma cüretini –biraz uca çekerek söylemek gerekirse– “bir başkasının onlar gibi anlatamayacağı” kanısından alıyor olmalılar. Olasılıkla tüm bu imzalar Adorno’nun “Auschwitz’den sonra şiir yazılamaz” sözünden haberdardır. Ve yine olasılıkla çoğu John Berger’in “Görme Biçimleri”ni okumuş, alıntılamış, yinelemiştir. Ama görünen o ki ne Adorno’yu ne de Berger’i doğru anlamışlardır.

Bilindiği gibi Adorno’nun ifadesi tam olarak şöyledir: “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır!” Adorno, sıklıkla yanlış anlaşılan bu ifadesine daha sonra açıklık getirir. “Hegel’in keder bilinci dediği bu acı” der, “sanatı bir yandan yasaklarken bir yandan da varlığının sürmesini talep eder; acının hâlâ kendi sesini, tesellisini –onun tarafından ânında ihanete uğramaksızın– bulabildiği tek yer fiilen sanattır artık. Çağımızın en büyük sanatçıları bunu görmüştür. Eserlerinin tavizsiz radikalliği, tam da formalizm diye karalanan özellikleri, zamanımızın kurbanlarına adanmış biçare şiirlerde bulunmayan dehşetengiz bir güç verir onlara.” (1)

Ve şöyle devam eder: “Dipçiklerle dövülen insanların hissettiği katıksız bedensel acının ‘sanatsal’ temsili, uzaktan uzağa da olsa, o acıdan haz devşirmeyi sağlama gücünü içerir. (....) tasavvur edilemez bir sonun sanki bir anlamı varmış gibi görünmesine yol açar; o sonu başkalaştırır, dehşetini hafifletir.” (2)

Bu yazının yazılmasına vesile olan yazarların yazdıklarını okuduğumuzda bizi rahatsız eden şey tam da buydu sanırım: Enkaz altında ezilmiş binlerce beden çıkarılmayı beklerken “sanat yapmak!” Amaçları o olmasa bile “dehşeti hafifletmek!”

Doğaldır; gördüğünüz bir fotoğraftan etkilenebilir, hissettiğinizi yazıya dökmek isteyebilirsiniz. Bunda bir beis yok ancak bu başka bir şey.  Buradaki sorun, acıya bakışın bir “iş” olarak tanımlanıp hayata geçirilmesinde. Bu bir “proje”! Ismarlanmış iş! Acı çok tazeyken, büyük felaketin sarkacı yaşamla ölüm arasında gidip gelmeye devam ederken yapılıyor üstelik. Kim nasıl akıl ettiyse yıkımın fotoğraflarını olasılıkla “seç, beğen, yaz” diyerek saptanmış isimlere takdim etmiş, onlar da hep yaptıkları gibi “yazabilme yetisine sahip bir yazar” olarak önünü arkasını düşünmeden fotoğraf altı yazılarını yazıvermişler. Ortaya çıkan sonuç: Çöp! “Vasati 40 Çöp! (3)

***

Öfke esas olarak asli sorumlulara, gerçek suçlulara yöneltilmeli diyenler olacaktır. Doğrudur. Nihayetinde biz de öyle yapacağız zaten. Adıyla sanıyla kim oldukları belli. “Başyüce”den ilgili bakanlara, belediye başkanından imar müdürüne, mimar mühendisinden müteahhitine uzanan epeyce kalabalık bir suçlular toplamının ismi yazılı kara kaplı hesap defterinde. Medyayı da unutmamak lazım tabi. İktidar şakşakçısı bazı medya organları, depremle ilgili yayınlarda da yine baş roldeydiler. Hakikat, habercilik gibi bir dertlerinin olmadığını bu vesileyle bir kez daha teyit etmiş olduk. “Büyük Felaket”in ağır sonuçlarını hafifletmek için günler sonra gerçekleşen “mucize”leri duygu yoğun yorumlar eşliğinde –bundan yarar umarak– naklen verdiler. Ancak “bumerang etkisi” diye bir şey var. Enkaz altından çıkartılan her bir “diri”, hemen, anında, organize bir şekilde müdahale edilmediği için yitirdiğimiz on binlerce “ölü”nün gazabı olarak kendilerine geri dönecek. “Neden? Niçin?” soruları kof büyüklenmelerin utancını yüzlerine çarpacak.

Ve lanetlenecekler.

Ve elbette ve kesinlikle yargılanacaklar:

Deprem ülkesinde,  muhalefet partilerinin TBMM’de verdiği sayısız önergeyi tiksinç bir vurdumduymazlıkla reddedip, bilim adamlarının uyarıları doğrultusunda önlem almadıkları ve depremden hemen sonra şu veya bu saikle gerekli müdahaleyi yapmadıkları için!

***

Geciken kış belli ki uzun sürecek!

Ancak ne kadar uzun sürerse sürsün kesin olan şu ki 6 Şubat 2023’ten sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak! Ne din bezirganlarının “kader planı” savunusu onları kurtaracak ne de sadece “kendine aydın” yazarların sarsak hüzünleri ilgili çevrelerde bir karşılık bulacak.

Adorno’nun Auschwitz bağıntılı ifadelerine açıklık getirdiği yazısında şöyle bir ifade vardır:

“Gerçek acının boyutları, unutuşun hiçbir türlüsünü affetmez; (....) On ne doit plus dormir: Artık bize uyku yok!”

Evet! Artık bize uyku yok! Ama acının gerçek müsebbibi olanlara, onlara da!..

Bitirirken Ulrike Meinhof’u bir kez daha analım:

Dişlerimizin arasında sımsıkı tuttuğumuz çelik bir pimdir öfkemiz. (4)

Unutmayalım!


(1) Sanatçının acının içindeliği/dışındalığı bahsinde kısa bir not düşelim. Adorno’nun işaret ettiği bağlama somut örneklerden birinin, belki de keskin bir farkındalık bilinciyle onun ifade ettiklerini ondan da önce gerek yaşamı gerek yapıtıyla ortaya koymuş olan Perulu büyük şair Cesar Vallejo olduğunu söyleyebiliriz. Çağdaş Latin Amerika edebiyatının önde gelen isimleri üzerine ayrıksı çalışmasıyla bilinen İngiliz estet D. P. Gallagher’a göre Vallejo, İç Savaş üzerine yazdığı España, aparta de mí este cáliz (İspanya, Uzaklaştır Bu Kadehi Benden) adlı yapıtında savaşı “politik bir olaydan çok daha fazla bir şey – acı çekme ve ölüm, kendi bedeninde bile gözlemlediği bir birlik parçalanması– olarak görür...” Dolayısıyla yazdıkları da ona göre biçimlenir. [David Patrick Gallagher, Modern Latin American Literature içinde, Oxford University Press, 1973. Makalenin Türkçe çevirisi için bkz., Adam Sanat dergisi, sayı 18, Mayıs 1987, s. 21-44, Çeviren: Nesrin Kasap.]

(2) Bu ve bir önceki alıntıyla ilgili bkz., Pasajlar / Auschwitz’ten Sonra Şiir Yazmak / 23/8/2016/ skopbülten [https://www.e-skop.com/skopbulten/pasajlar-auschwitzten-sonra-siir-yazmak/3042] Theodor W. Adorno, “Commitment” [1962], Aesthetics and Politics içinde, İngilizceye çeviren Francis McDonagh (Londra ve New York: Verso, 2007) s. 188-189. Çeviren: Elçin Gen.

(3) Gezi sürecinde de benzer bir vasatlığa tanık olmuştuk. Ayaklanma devam ederken ve büyük Gezi Komünü yerli yerindeyken “bazı yazıcı tanıklar” kayda değer bir hızla kitap yazıp yayımlamaktan geri durmamışlardı.

Özgün dize şöyledir: “öfkeyi unutmamalı diyorum çelik bir pimdir dişlerimin arasında dursun.” Emirhan Oğuz, Ateş Hırsızları Söylencesi, Ayrıntı Yayınları, 30. Yıl Özel Basımı: Kasım 2018, s.91