Tankınız ne güçlü generalim

Tankınız ne güçlü generalim

“İnsan dediğin nice işler görür, generalim. Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.”

Şilan Geçgel

Gerilla Kulübü, Roberto Bolano’nun “O zaman yirmi yaşındaydım ve delifişektim. Bir ülke kaybetmiş ama bir düş kazanmıştım. Bu düşe sahip olduğum sürece gerisinin önemi yoktu” cümleleriyle başlıyor.

Tüm roman boyunca, okuduklarımızı sindirmek için duraksadığımız her nefes alma molasında, aynı cümlelere dönüyor insan. Sahi, bir ülke kaybedip bir düşü kazanmak hali eskiden yeniye, evvelinden ahirine bir gelenek mi direnenlerin dünyasında?

Uzun yıllardır gazeteci olan yazar Marc Fernández, bu sefer okurlarını Latin Amerika’nın sert rüzgârlarına, devrimci mahzenine ve elbette bitmeyen umuduna götürüyor.

Siyasi polisiye türünün önemli örneklerinden biri olan Gerilla Kulübü, intikam için geri dönen askeri cunta sevdalılarını, kaybedilen devrimcileri ve onları bulmak için canını dişine takan yoldaşlarını konu ediniyor.

Önce Madrid'de iki adam, sonra Paris'te bir başkası ve Buenos Aires'te bir kadın kayboluyor. Kişiler, ülkeler değişse de kurgu hep aynı. Her seferinde kurbanlar kaçırılıyor, yoğun fiziksel işkencelere maruz kalıyor ve parçalanmış cesetleri ülkenin belirli noktalarına bırakılıyor. Kaçırılanların tek bir ortak noktası var: 1970'ler ve 1980'lerde Latin Amerika’daki diktatörlüklere karşı verdikleri mücadele. Hepsi birer eski gerilla olan bu insanlar, nasıl işlediklerinden habersiz bir takvime göre sırayla bulundukları yerlerden alınıyor.

Başlarda gündelik haberler arasında görmezden gelinen bu kaybolmalar, hareket edemez bir halde hastanede tedavi gören eski gerilla bir kadının kaybolmasıyla billurlaşıyor.

Kaybedilenlerden biri de Madridli gazeteci Diego’nun dostu Carlos.

Ezelden beri suç ortağı olan dedektif Ana’yı ve avukat Isabel'i yanına alarak Carlos’un ve kaybedilen devrimcilerin izini sürmeye başlayan Diego, katilleri bulmak için tüm olanaklarını seferber ederken, yoldaşını bulmak için çıktığı yolun sonunda eski bir hikâyeye ve elbette devlete rastlıyor.

Girdikleri bu yol onları Şili’yi kat ettirerek İspanya’dan Arjantin’e sürüklerken, tarihin hayaletleriyle yüzleşmekten de geri bırakmıyor. Çünkü yıllar evvel kurulan ve en önemli varlık nedeni devrimcileri öldürmek olan Condor Operasyonu, askeri darbelerden yıllar sonra tekrar hayat bulmuş halde, onları bombalar ve darbeler arasında soluk soluğa bir koşturmacaya sürüklüyor.

Yurttaşlarının özgürlükten mahrum kalmasıyla yetinemeyen diktatörler, istibdadın hakiki bir enternasyonalini de inşa etmeye karar verdiklerinden; tüm dünyada diktatörlerin karşısında tekmili birden dizilen devrimcilerle yarım kalan hesaplarını kapatmak için her fırsatı değerlendiriyor. Tüm roman boyunca askeri çizme sesleri, barut kokuları, dost şarapları ve elbette dile gelmemiş aşklar da boş durmuyor; birbirini kovalıyor. İçinde bulundukları dünya için korkusuzca savaşanlar, sıra kendi duygularına geldiğinde ürkek birer ceylana dönüşüyor. Savaşın en ateşli gününde yahut koşarken doludizgin bir inanca, sevmek olacak şey mi?

Romanı okurken birkaç defa dönüp Brecht’e baktım; şairin “Generalim Tankınız Ne Güçlü” şiiri sanki Gerilla Kulübü için yazılmış:

“İnsan dediğin nice işler görür, generalim,
Bilir uçurmasını, öldürmesini, insan dediğin.
Ama bir kusurcuğu var;
Bilir düşünmesini de.”

Askeri diktatörlüklere karşı silahlı mücadelede aktif görev alan devrimcilerin, üzerinden yıllar geçmiş olmasına rağmen disiplin ve kararlığından hiçbir şey kaybetmemiş olmasına duyduğumuz güven; Carlos’un başına gelecekleri hiç umursamayıp, çıktığı ulusal yayında düşmana hitaben “Sizden korkmuyoruz” deme cüreti; çocuklarının mezarının yerini bulmak için aynı meydanda yürümekten bastığı yeri eskiten anneler…

Her biriyle ayrı ayrı gurur duyup, her biri adına ayrı ayrı öfkelenme arasında bir yerde, sayfaları çevirdikçe çeviriyoruz.


KÜNYE: Gerilla Kulübü, Yazar: Marc Fernández, Çeviri: Metin Yetkin, Dipnot Yayınları, Ankara, 197 sayfa