Sosyalizmin 'fanatiği' olmak

Sosyalizmin 'fanatiği' olmak

Herkesin gözü önünde kendi kendisini uçurumun eşiğine getirmiş, iklim krizi başta olmak üzere bir dizi krizle boğuşarak insanlığın geleceğini bir güvencesizlik sarmalına sıkıştırmış bir sistemle karşı karşıya olduğumuz gün gibi ortadadır

Ege Aydın

Türkiye, pek çok gözlemciye göre tarihinin dönüm noktalarından biri olmaya aday bir seçimden aylarla ifade edilen bir süre uzakta. Kısa vadede iktidara oturma ihtimali en büyük iki seçim ittifakı arasında sıkışmış da olsa, gözlerini uzun vadede yalnızca Saray Rejimi’nden kurtulmaya değil aynı zamanda ülkemizi bu rejimi üretmiş dinamiklerden kurtarmaya, ve en nihayetinde kapitalizmi devirmeye dikmiş bir ittifak da git gide görünürlüğünü ve etkisi artırmakta.

Bu ittifakın mensupları ve onlarla aynı dünya görüşünü paylaşan insanlar, hem ülkenin hem de dünyanın geleceğine dair vizyonlarını paylaştıklarında birtakım tepkilerle karşılaşıyorlar. Aslında sosyalistler için bu yeni bir şey değil. Sosyalistler yüz yıldan fazla bir süredir kaçık, fanatik, ekstremist olmakla, pejoratif anlamıyla “aşırı” solda konumlanmakla itham ediliyorlar. Özellikle Soğuk Savaş’ın bitişi ve tarihin sonunun ilanı ile birlikte, Eric Hobsbawm hakkında İngiliz istihbarat raporlarında geçen ifadeyle, “kaybedilmiş davaların savunucusu”[1] olmakla eleştirilmeyen bir sosyalist var mıdır?

Gelgelelim, bu insanlık tarihinde sadece sosyalist hareketin başına gelmiş bir şey değildir.  Marx ve Engels’in 1845’te kaleme aldıkları ve Engels’in ifadesi ile “farelerin kemirici eleştirisine”[2] bıraktıkları Alman İdeolojisi metni, oldukça net bir saptama içerir: “Her dönemde egemen düşünceler, egemen sınıfın düşünceleridir; yani toplumun egemen maddi gücü olan sınıf, aynı zamanda toplumun egemen fikri gücüdür”[3]. Eşitlik ve özgürlük mücadelesi verenlerin, tarihin pek çok durağında ve dönemecinde, farklı bağlam ve toplumlarda,  çoğunlukla egemen sınıflar tarafından bir avuç fanatik, aklıyla bağını koparmış birer hayalci olmakla itham edilmesi olgusunu bu saptamanın ışığında kavramak mümkündür. Bunun, her tarihsel dönem ve toplum açısından kendisine ait ve Gramsci’nin kullandığı anlamda[4] bir ortak duyunun inşasına merkezi önemde olduğu yadsınamaz. Haliyle de bir dönemde kimin kimler tarafından “makul” olmayan, “aşırı” olan olarak algılanacağı ve kimin söylemlerinin kabul edilebilir bulunacağı, toplumsal mücadelelerden bağımsız olarak düşünülemez.

İnsan toplumlarında statüko güçlerinin içinde bulunulan toplum düzenini ve onun ihtiva ettiği iktidar ilişkilerini doğa yasalarıyla özdeş gibi gösterme çabası genel bir eğilime tekabül eder. Örneğin Aydınlanma öncesi dönemde siyasal eşitsizliği meşrulaştırmanın başlıca yollarından biri, herkesin kendi telos’unun, kendine ait bir rolünün bulunduğu ve hayatın anlamının doğal yasalardan kaynaklanan bu telos’ları takip etmek olduğu bütünsel bir Aristocu evren kavrayışı olmuştur.[5] Aynı şekilde önemli Aydınlanma düşünürlerinden John Locke’un Yönetim Üzerine İkinci İnceleme’sinin, kralın ve monarşinin yönetme yetkisini tanrıdan aldığı fikriyle mücadele ederek başlaması bir tesadüf değildir.[6] Matthew McManus’un da belirttiği gibi, Aristocu dünya görüşünün çatırdaması ve yerini aydınlanmacı mekanik bir dünya görüşüne bırakması, toplumsal ilişkilerin yarattığı eşitsizliklerin doğallaştırılmasının önüne geçmemiştir. Frenoloji gibi artık geçerliliğini kaybetmiş ve antropoloji gibi kabuk değiştirerek varlığını sürdüren disiplinler, ırkçılığa ve ırkçılık üzerinden varlığını sürdüren toplumsal kurumlara dayanak edilmişlerdir.[7]

Neyse ki tarihsel olarak konumlandırılmış ve bu tarihselliği tam olarak aşması mümkün olmayan bilincimiz bir toplumsal olguyu, kurumu veya ilişki tarzını doğal, kaçınılmaz, değiştirilemez bir şey olarak gördüğü ve onu karşısına alanları deli, hayalci, fanatik, kaçık vb. olarak algıladığı zaman; bunda ne kadar haklı olduğunu test edebilmenin mükemmel veya tek başına yeterli olmasa da oldukça faydalı olabilen yolları vardır. Bunlardan bir tanesi de kafamızı çevirip insanlık tarihine şöyle bir bakış atmaktır. İtalyan sosyolog Alberto Toscano’nun 2010 tarihli “Fanaticism: On the Uses of an Idea” kitabı, bize bunu yapmak için bir fırsat sağlıyor.

Toscano’nun kitabı, fanatizm suçlamasının ve makul olma övgüsünün stratejik olarak kullanıma sokulduğu pek çok tarihsel karşılaşmayı ele alıyor. Bunların içerisinde ünlü kriminolog Cesare Lombrosso’nun bir tür siyasal patoloji olarak fanatizmi tanımlamasından, İngiliz sömürgecilerinin kendi şiddetlerini doğallaştırmak ve tahakküm altına aldıkları halkları dehümanize etmek için fanatizm kavramını nasıl kullandığına kadar pek çok çarpıcı örnek yer alsa da, içlerinden günümüzle paralellikleri bakımından en vurucu olduğunu düşündüğüm bir tanesine kısaca değinmekte fayda görüyorum.

Bahsettiğim örnek, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki kölelik karşıtı mücadeledir. Toscano, bir başka İtalyan Marksist bilim insanı olan Domenico Losurdo’ya referansla, ABD’de iki kere Başkan Yardımcısı makamına oturmuş siyaset düşünürü John C. Calhoun’a dikkat çeker. Toscano’nun aktardığına göre “onun[Calhoun’un] yazılarında ve konuşmalarında, özellikle de Şubat 1837’de Birleşik Devletler Senatosu’na yaptığı ve köleliği ‘müsbet bir iyilik’ olarak tarif ettiği kötü şöhretli konuşmada, bir ‘fanatik’ olarak ilgacı[abolitionist]* figürüne defalarca rastlanır”. [8] Calhoun, ilgacıları hükümetin merkezi yetkilerini genişleterek köle sahiplerinin “özgürlüğüne” kast etmekle itham etmekle kalmıyor, onları “özgür ve istikrarlı siyasal kurumların üzerine yerleştirilebileceği en sağlam ve dayanıklı temel” olan “iki ırk arasındaki ilişkiye” karşı savaş açmış “kör fanatikler” olarak resmediyordu.[9]

Calhoun’un senatoya yaptığı konuşmada, en hafif tabirle “ilginç” denebilecek bir tür “kaygan zemin” argümanı yer alıyor. Ona göre “kölelerin azat edilmesi bu fanatikleri tatmin etmeyecektir. Bu kazanıldıktan sonraki adım, siyahları beyazlarla sosyal ve siyasal bir eşitlik seviyesine yükseltmek olacaktır; ve eğer bu olursa, kısa zamanda iki ırkın mevcut durumunu tersine dönmüş halde buluruz”.[10]

Toscano’nun da belirttiği gibi, Calhoun’un konuşması Güneylilerin yaklaşan tehlikeleri püskürtmek üzere istek ve enerji ile bir araya gelmelerini salık veriyor ve böylece bir tür anti-fanatik fanatizme varan pek çok diğer fanatizm eleştirisiyle aynı yerde buluşuyor.

Toscano’nun aynı bağlamda bahsettiği bir diğer figürse Albay William Drayton. The South Vindicated from the Treason and Fanaticism of the Northern Abolitionists kitabını 1836 yılında yayınlayan Drayton, kitabın isminden de anlaşılacağı üzere inanmış bir kölelik savunucusu. Toscano’ya göre Drayton’un kitabı, anti-fanatik yazındaki bazı tipik özellikleri gözler önüne sermesi bakımından önem taşıyor. Buna göre Drayton, fanatizmi bilişsel yetilerdeki bir tür kesinti olarak görüyor, hatta ve hatta fanatiklere karşı tek etkili çözümünün “sakinleştirici sandalye ya da deli gömleği” olduğunu ifade ediyordu. Drayton’un fanatizmle alakalı şikayetlerinde özellikle göze çarpan noktalardan biri de “soyutlama” mevhumuydu. Buna göre ilgacılar, neticeler hakkında kafa yormaksızın birtakım genel soyutlamalardan hareketle, gerçek hayatta asla tutmayacak olan hayalleri umarsızca hayata geçirmeye çalışıyorlardı. Bu bakış açısına göre fanatizmin esas problemi, koşulsuzluğu ve ölçüsüz olması, “ılımlı” olmayı reddetmesiydi. Hatta ve hatta Fransız Devrimi’nden sonra meydana gelen terörden de esasen fanatizmin bu özelliği sorumlu tutulmalıydı. Fransız Devrimi’ne ilham veren prensipler genel olarak sağlam olabilirlerdi, ancak bunlar “aşırılara itildiğinde” ve fayda zarar dengesi ya da uygulanabilirlik gözetilmediğinde “fanatik” olmuş oluyorlardı. Burada da “ortak duyu” ile “tutkulu fanatiklerin buğulu soyutlamaları” arasında bir karşıtlık çiziliyor, bunlardan ilki ikincisine karşı olumlanıyordu. Irklar arasında eşitlik fikri Drayton’a insanın tahayyül sınırlarını aşacak denli absürt geliyordu. Öyle ki Drayton, okuyucuyusuna aynen şu manaya gelen bir şey söyleyebiliyordu: inatçı bir fanatizm bile insanı bu kadar iğrenç bir saçmalığa istemez diye düşünebilirsiniz ancak bunlar yarın başımıza siyahi bir devlet başkanı da çıkarır.[11]

Bu kadar şeyi neden anlattım? Çünkü sosyalistler sık sık olmayacak şeyler peşinde koşan bir avuç hayalci olmakla, esasen iyi şeyler istemekle birlikte bunları aşırı uçlarda aramakla, daha da kötüsü “kaçık birer fanatik”, Slavoj Zizek’in deyimiyle “ne kadar iyi niyetli de olsa kaçınılmaz olarak yeni bir Gulag’la sonuçlanacak”[12] bir ütopyanın kovalayıcıları olmakla suçlanıyorlar. Halbuki insanlık tarihinin önemli dönemeçleri, özgürlük ve eşitlik mücadelesi verenlerin suratına benzer ithamların fırlatıldığına defalarca şahit olmuştur. ABD’nin siyahi bir başkanı olabileceği fikrini aklını peynir ekmekle yemiş fanatiklerin bile düşünemeyeceği kadar uçuk bulanlarla, köleliği özgür bir toplumun gereklerinden sayanlarla ırk fark etmeksizin tüm insanların eşitliği için gerektiğinde canını ortaya koymayı göze almış “fanatikler” arasındaki münakaşadan kimin tarih karşısında mahcup ayrıldığı belli değil midir?

Bütün bunlar tabi ki tek başına bir şey ispatlamaz. Prensip olarak, sosyalistler gerçekten de olmayacak işlerin peşinden koşan bir avuç deli olabilir. Mevcut düzenin savunucuları da gerçekten ayakları yere basan kamil insanlar olabilirler. Bunun böyle olup olmadığını daha fazla tartışma ve en nihayetinde de tarihsel akışın kendisi gösterecektir. Ancak yine de tarihsel sürecin şimdiye kadar vuku bulmuş kısmının bize birtakım uyarılarda bulunduğunu söylemekte sakınca yoktur. Herkesin gözü önünde kendi kendisini uçurumun eşiğine getirmiş, iklim krizi başta olmak üzere bir dizi krizle boğuşarak insanlığın geleceğini bir güvencesizlik sarmalına sıkıştırmış bir sistemle karşı karşıya olduğumuz gün gibi ortadadır. Hal böyleyken, David Harvey’in ifadesiyle “iktisadi aklın cinnetinin eyleme geçmiş hali”[13] olan kapitalist iktisat tarihinden çıkışı önerenleri bir avuç deli diye yaftalayıp geçmeden önce şapkayı önüne koyup düşünmek gerekir. İntihar etmek üzere olan bir medeniyetin radikal bir değişikliğe ihtiyaç duymadığını, kapitalizmin tarihin sonu ve hatta insan doğasının ta kendisi olduğunu iddia etmek daha mı az “fanatikçe”?


[1] https://jacobin.com/2021/05/eric-hobsbawms-marxism-communist-party-lrb-consolations-of-history-review

[2] https://www.marxists.org/archive/marx/works/1886/ludwig-feuerbach/foreword.htm

[3] https://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/ch01b.htm

[4] https://www.tandfonline.com/doi/abs/10.1080/1354571x.2011.542987

[5] https://www.liberalcurrents.com/liberalism-vs-the-aristotelian-universe/

[6] https://plato.stanford.edu/entries/locke-political/

[7] Jonathan Marks, Is Science Racist? Debating Race, Polity Press 2017, e-kitap

[8] Alberto Toscano, Fanaticism: On the Uses of an Idea, syf. 3, Verso 2010

* ABD’de kölelik uygulamasına henüz son verilmediği dönemlerde köleliğin kaldırılmasını savunan ve bunun için mücadele edenlere kaldırmak, ilga etmek manasına gelen “abolition” kelimesinden türetilen “abolitionist” ismi verilir.

[9] Toscano, agy., syf. 3

[10] Toscano, agy., syf. 4

[11] Toscano, agy., syf. 7

[12] https://www.marxists.org/reference/subject/philosophy/works/ot/zizek1.htm

[13] David Harvey, Marx, Capital and the Madness of Economic Reason, syf. 178, Oxford University Press 2018