Sosyalistler ve cumhuriyete sahip çıkmak (2)

Sosyalistler ve cumhuriyete sahip çıkmak (2)

1923 cumhuriyetinin pozitif değerlerine sahip çıkmak, sadece onu kuran bir askeri lidere güzelleme yapmak demek değildir. Bu her şeyden önce bu topraklardaki 200 yıllık aydınlanma mücadelesine, 1923 öncesinin büyük ve değerli reformcularına, Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi özgürlük şairlerine, Abdülhamit döneminde hürriyet için savaşıp işkence gören, hapsedilen ve sürgüne yollanan ilerici aydınlara, işgal günlerinde Ege ovalarında ve Antep’te direniş ateşini yakan yoksul köylülere, İmalat-Harbiye İşçilerine, yağmur ve kar altında mermi taşıyan emekçi kadınlarımıza sahip çıkmak demektir.

Sinan Dervişoğlu

OLANAKLAR

Tarihte hiçbir işçi sınıfı partisi, sadece sosyalizm fikrini bir proje olarak emekçilere anlatarak, sosyalizmin neler getireceğini izah ve ikna ederek kitlesel güç haline gelmemiştir, gelemez. Bunu yapmak, elbette partinin temel görevi ve varoluş sebebidir; ancak gerçek büyük kitlesel atılımlar ve ilerde iktidar yolunu açacak adımlar, sosyalizm fikrini verili bir anda kitlelerin en somut ve yakıcı talepleriyle birleştirmekten geçer. Bu Rusya’da 1917’ye kadar Çarlığı yıkmak, 1917 Ekim’de barışı sağlamak, Vietnam’da Fransız işgaline son vermek, Çin’de köylülere toprak dağıtmak, Yugoslavya’da Nazi işgaline son vermekti. Bugün Türkiye’de sosyalist harekete sıçrama yaptıracak yakıcı talep, Saray Rejimi’ni yıkmaktır.

Saray Rejimi’nin bir seçimle yıkılabileceğini düşündük, bunun olmadığını gördük; zira karşımızda gerçekten kurumsallaşmış bir yapı, bir rejim söz konusudur. Bunun başımızdan gitmesi, gözüken odur ki, ancak Gezi tarzında, ondan daha örgütlü, daha kitlesel ve daha militan bir çıkışla mümkün olacaktır. Öte yandan görülmesi gereken diğer gerçek de şudur: Bu rejim, başımızdaki 70 yıllık gericiliğin bir anlamda son seçeneği, düşman güçlerin, yani emperyalizmin, yerli burjuvazinin, devlet içi hakim odakların üzerinde anlaştığı ve egemenliklerini sürdürebilmek için inşa ettikleri son seçenektir. “Son seçenek” tespiti kafada soru işaretleri yaratabilir; gerçekten de bu karanlık güçlerin “şapkalarından çıkaracağı sayısız tavşan” olabilir; ancak bütün bu tavşanların rengi tektir: Saray Rejimi: İçeride neo-liberal kapitalizm, dışarda ABD’ye (ara sıra “bağımsız” görüntü veren çıkışlarla) kesin bağlılık, siyasi islamın gücünü koruması, sola ve Kürtlere karşı artan baskılar. Bu karanlık güçlerin en pısırık haliyle bile bir CHP iktidarına tahammülü yoktur (o yüzden de CHP iktidardan kaçmayı bir görev bilmektedir); biriken suçun büyüklüğü, halkın soracağı hesabın kabarıklığı, oluşan yıkımın muazzamlığı ve isyan kapısı bir kez aralandığında oluşacak patlamanın devasa boyutu şimdiden egemenleri korkutmakta ve başka seçenekleri devre dışı bırakmaktadır. AKP yerine başka sağ partilerin, İYİ parti veya meclise CHP sayesinde giren marjinal sağ partilerin bu rejimi sürdürmekten başka çaresi yoktur; bu da gene değişim kapılarının kapatılması demek olacaktır.

Bu noktada, Saray Rejimi’nin gayrimeşru yapan tüm noktalara, pahalılığa, yoksulluğa, Kürt halkı üzerindeki baskılara, keyfi yönetime olduğu kadar, milyonların hala hassasiyetle sahip çıktığı laiklik, yobazlığın kökünün kurutulması, kadınların korunması ve kör cehalet yerine bilimin aydınlatıcı yüzünün öne çıkması gibi geleneksel cumhuriyet değerleri, kesinlikle sahip çıkılması ve kullanılması gereken potansiyellerdir. Doğru, sağlıklı bir üslupla bunları kullanacak bir sosyalist hareket, yukarda da belirttiğimiz gibi, hızla kitleselleşmenin ve halk muhalefetinin önderliğini ele geçirmenin yolunu kendine açacaktır.

RİSKLER

Burada temek risk, hızla kitleselleşen bir sosyalist harekete, tek tek değil de kitlesel olarak gerçeklesen katılımlarda, gelen unsurların kendi ideolojik bagajlarını da beraberlerinde getirmeleri ve bu bagajın sosyalist örgütün saflarında yaratacağı kafa karışıklığı ve ideolojik bulanıklıktır. Daha şimdiden kimi CHP örgütleri, grup olarak “TİP’e katılma” teklifleriyle gelmektedir; bunların içinde sosyalizme samimi olarak sempati duyanların yanı sıra, TİP’i “CHP toparlanana kadar bir geçici sığınma yeri, bir emniyetli liman” olarak kullanmak isteyenlerin de varlığı kesindir. Sosyalist örgütün önündeki en temel görev, kitlesel katılımların getirdiği üye tabanını tek bir ferdine kadar dönüştürmek, onları sosyalizmin kodlarıyla tanıştırmak ve bu kodları ikirciksiz benimsetmekten geçmektedir Önce pratik bir örnek verelim:

KEMALİZMDEN SOSYALİZME KATILAN BİR YOLDAŞLA SOHBET

Yakından tanıdığım, geçmişte hiçbir sol hareketle bağı olmayıp TİP’i izleyen ve onu benimseyerek bu partiye üye olan bir arkadaşımı, geçtiğimiz aylarda iş yerinde ziyaret ettim. Duvarında oldukça büyük (1 metreye 50 santim !) bir Atatürk portresi vardı ve kendisiyle geçmişte uzun uzun Mustafa Kemal döneminde sola ve Kürtlere yapılan zulmü konuşmuş olduğum için, resmi işaret ettim ve gülerek “Ne iş?” diye sordum. Bana kısaca şunları söyledi:

  • Abi, seninle de konuştuk, ben Atatürk’ün sağlığında sola, sosyalistlere yaptığı baskıları biliyorum ve bunları reddediyorum. Yanlış yaptığını, bununla sadece sola değil, ülkeye ve cumhuriyete de zarar verdiğini anladım. Bu 100 yıllık baskı yüzündendir ki bu sağcı alçaklar ülkede bu kadar güç kazanabildi.
  • Kürtlere gelince, onlar bu ülkenin ayrılmaz parçası ve onların kimliğini yok eden tüm politikalar ülkemizi de mahvetti. Kürtlerin önemli bir demokratik güç olduğuna inanıyorum. Ben Kürt değilim, ama geçmişte HDP’ye oy verdim; TİP olmasaydı gene HDP’ye oy verirdim. Ancak TİP bana çok daha tutarlı ve kapsayıcı bir seçenek sundu; o yüzden TİP’liyim. Kürt hareketine destek vermek bir demokratlık görevidir.
  • Bu resme gelince, bu adam çocukluğumdan beri benim için iyinin, doğrunun, gelişmenin, ülke için ölümü göze almanın, kahramanlığın ve yurtseverliğin sembolü oldu; AKP’nin alçaklıkları bu duygusal bağımı daha da artırdı. Yaptığı yanlışları elbette biliyorum; bu resim TİP lokallerine de asılsın demiyorum; ama bu duygusal bağı da bana çok görmeyin.

Bu arkadaşımız sosyalizmi kavramış ve “dönüştürülmüş” sayılabilir mi? Elbette ki evet; zira Kemalizm’de karşı çıktığımız ve karşı çıkılması gereken 2 temel noktada, yani anti-komünist baskılar ve Kürt halkına uygulanan inkar politikasına net biçimde karşı çıkmakta ve reddetmektedir. Bu yeterlidir. Bundan ötesini zorlamak, “TİP’e üye olmak için Atatürk’ten nefret etmek gereklidir” gibi saçma bir noktaya götürür, bunun da hiçbir anlamı yoktur.

Evinde Atatürk resmi olan bir eski Kemalist, keza evinde Hazreti Ali’nin resmi olan bir Alevi kardeşimiz, aynı şekilde tanrıya inanan ve ev duvarında Besmele yazısı asılı olan mavi yakalı bir işçi, partinin hedeflerini benimseyip savundukça ve “bunlar TİP lokallerine de asılsın” gibi partinin kodlarını zorlayan bir tavra girmedikçe, bizden biridir, yoldaşımızdır, ve bu sembolleri onun geçmişe ait kutsalları gibi görüp onunla omuz omuza mücadeleye devam etmek şarttır. Kemalizm dahil burjuva ideolojilerinin zehri ancak böyle akıtılabilir, etkisiz hale getirebilir; yoksa doktriner gerçeklerimizi uzaktan söyleyip başlarına hakaret eder gibi kakarak değil.

MUHTEMEL KIRILMA NOKTALARI

AKP rejimine karşı cumhuriyet değerleri temelinde kazanılacak unsurların sosyalist örgüte katılması durumunda, gerekli teorik ve pratik eğitim verilmediği ve yukarda bahsettiğimiz (basit gözüken, ama zorlu bir iş olan) “dönüştürme” görevi savsaklandığı takdirde oluşacak en büyük risk, bu unsurların devrimci mücadelenin önemli dönemeç noktalarında eski reflekslerini ortaya çıkarmaları ve sağ, uzlaşmacı ya da eski burjuva ideolojilerinden kaynaklanan eğilimleri ile partide kafa karışıklığı yaratmaları, partiyi geriye ve sağa çekmeleri, bir ayak bağı oluşturmalarıdır. Bundan çok daha tehlikeli olan ise, bu unsurları “kaybetmemek” adına parti liderliğinin ortalama, yuvarlak, sulandırılmış ve ideolojik netlikten uzak politikalar geliştirmeye yönelmesidir. 2. Enternasyonal ihanetinin sebeplerinden biri de budur; zira birkaç ay önce “savaşa hayır” demeye yemin etmiş sosyalist liderler, 1914’te aslında hep milliyetçi reflekslerini korumuş, milliyetçi kalmış ve asla “dönüştürülmemiş” tabanları savaş ilan edilir edilmez binler halinde cepheye gönüllü yazıldığı için, bu tabanı kaybetmemek, bu taban tarafından lanetlenmemek için savaşı destekleme tavrını benimsemiştir. Tabanı korumak için, tabanı kaybetmemek için oradaki en geri reflekslere teslim olmak bir sosyalist örgütün ölümüdür. Bundan kaçınmanın yolu ise olası kırılma noktalarını önceden görüp, tabanın ideolojik ve politik dönüşümünü son derece ciddiye almak, olası kırılma noktalarını önceden görüp gerekli netliği şimdiden sağlamaktır. Nedir bunlar?

  • Sosyalist tarihimiz konusunda net bir duruş: Mustafa Suphi’lerin katlinden itibaren 100 yıldır sosyalistlere uygulanan baskılara karşı militan ve net bir duruş sergilemek şarttır. “Ama güzel şeyler de yapıldı” (ki onu biliyoruz) gerekçesiyle bu baskı ve zulme karşı yumuşamak, ona müsamaha göstermek, onu kısmen kabul edilebilir kılmak bir sosyalistin kendine olan ideolojik saygısını ve onurunu yitirmesi demektir. Özellikle bu baskı konusunda sol Kemalist söylemin gerekçeleri olan “Atatürk ne yapsaydı yani? sosyalizmi mi kursaydı, o dönem işçi sınıfı mı vardı ki” gibi cahil ve embesil argümanlar doğru bir üslupla, ama kararlılıkla ve kesinlikle kafalardan silinmelidir.
  • Kürt hareketi karşısında tavır: Sosyalist örgütlere yönelen cumhuriyetçi kesimlerin Kürt hareketi karşısındaki tavrı elbette ki bir MHP veya İYİ Parti’nin tavrı değildir. Bu unsurların hepsi, örneğin geniş kitlelerin sevgisini kazanmış, bizim de saygı duyduğumuz ilerici bir lider olan Selahattin Demirtaş’ın hapsedilmesine, keza Kürt belediyelerine kayyum atanarak oraların yağmalanmasına karşı tavır almış durumdadır. Ancak gene de Kürt hareketine karşı, Kemalizm’den kaynaklanan bir soğukluk hala söz konusudur. “Tamam, HDP’ye yapılan baskılara karşıyız, ama HDP de terörle bağını reddetsin, PKK’yi lanetlesin” tavrı bu kesimlerde çok yaygındır ve bu ciddi bir sorundur. Şu anda bile (tek tük de olsa) TİP’e üye olup bir süre sonra “HDP de terörün parçası değil mi” diyen unsurlara rastlanmakta, bunlar ya ikna edilmekte ya da bu tavırlarında devam ettikleri takdirde kendileriyle vedalaşılmaktadır. Doğrusu da budur. Burada bilinçli sosyalist kadrolara düşen Kürt meselesini tüm boyutlarıyla aktarmak, Diyarbakır cezaevi vahşetinden itibaren 3000 köyü yakan, 20.000 kişiyi öldüren, beyaz Torosları birer ölüm makinası olarak devreye sokan, 10.000 faili meçhul ile övünen ”gerçek teröristi” teşhir etmektir. Kürt meselesi şu anda güncel politikada “uyur” moddadır. HDP (yeni adıyla HEDEP) bir iç tartışmadan geçmektedir, silahlı kanat ise bütün ağırlığını Kobani’ye vermiş durumdadır. Ancak yakın gelecekte Kürt sorununda bir canlanma ve kitlelerin gündemine gelme söz konusu olursa, sosyalist örgüt (elbette kendi siyasal bağımsızlığını gözeterek) Kürt halkının özgürlüğü ve çıkarları yanında ikirciksiz yer almak zorundadır. Bu noktada, bu konudaki eski kodlarından arındırılmamış unsurlar, bu örgüt için ciddi bir risk teşkil edebilir.
  • Arap sorunu: Eskiden bir dış politika sorunu olan Arap meselesi artık birkaç milyon mülteci ile Türkiye’nin bir “iç sorunu” haline gelmiş durumdadır. Suriyeli mülteciler ülkemizin yeni “zencileri”dir ve faşist eskisi Ümit Özdağ gibi “yerli ve milli” Ku Klux Klan’cıların kullandıkları bir politik sermaye durumuna gelmiştir. En ilkel koşullarda ve en düşük ücretlerle çalıştırılan, sefalet koşullarında yaşayan, halkın büyük kısmının “öteki” olarak gördüğü bu savaş kurbanları aşağılanmakta, “huzurumuzu bozan vahşiler” muamelesi görmektedir. Ancak Arap sorunu sadece mülteci sorunundan ibaret değildir. 70 yıldır Kemalist ideolojinin “bizi 1. Dünya Savaşı’nda arkadan vurdular” efsanesi ile kendi Batı yanlısı politikalarına zemin yarattığı (Cumhuriyet hükümetlerinin anti-emperyalist Arap yurtseverleri kaç defa “arkadan vurduğu”nu kimse sorgulamaz), hazin bir ulusal bir böbürlenme malzemesi yaptığı (“belki Batıdan daha geriyiz, ama şu Araplardan daha ileriyiz”), sonuçta üç-beş petrol zengini kral ya da şeyhten ibaret olmayan, içinde komünistleri ,devrimcileri, dünyaya mal olmuş kahraman yurtseverleri, aydınları, sanatçıları, düşünürleri olan ve körfezden Cebelitarık’’a kadar uzanan 400 milyonluk bir halkı tek kalemde Türk halkı için bir nefret ve aşağılama objesi haline getiren tavrı bir bütün olarak sorgulanmalı ve mahkum edilmelidir. Son Filistin direnişinde “Hamas varsa ben yokum”, ya da “bu Arapların hepsi Türk düşmanı, nesini destekleyeyim” tarzı tavırlar sosyalist saflara kadar sızarak çirkin ve ilkel yüzünü göstermiştir. Hem Ortadoğu ile olan bağları hem de iç mülteci sorunu dolayısıyla Arap gerçeği ile iç içe yaşayan bir ülke olan Türkiye’de bu konuda sağlam bir bilinç oluşturmak şarttır.
  • “Öteki” %50: Dördüncü sorun, bu cumhuriyetçi kitle ile değil, onun dışında kalanlarla Sosyalist hareketin hedef kitlesini sadece bu cumhuriyetçi kesim olarak görmek bizi başka ve tehlikeli bir eksen kaymasına sürükleyebilir. Bu kesimin dışında kalan ve şu ya da bu ölçüde muhafazakâr kodlardan etkilenen milyonlarca mavi yakalı emekçi, sosyalist hareketin doğal tabanının parçası ve acil bir hedef kitlesidir. Cumhuriyetçi unsurları kazanmanın gayreti ve motivasyonu ile bu kesimi göz ardı etmek, hassasiyet noktası cumhuriyetçi kodlardan farklı olan, daha çok yoksulluk, işsizlik, her gün bu kesimden emekçileri üçer beşer yok eden iş kazaları vahşeti olan bu kesimi ihmal etmek affedilmez bir hata olacaktır. Bu kesimi ikinci plana atıp salt cumhuriyetçi kitle üzerinden büyüyen bir sosyalist hareketin profili, kaçınılmaz olarak “orta halli ve eğitimli demokrat beyaz Türklerin partisi” olmaktır. Bu da hareketimizin tarihsel geleneğine ve iddiasına ve Yalınayak İsmet’ten Kemal Türkler’e, Rıza Kuas’tan Rıdvan Budak’a, İbrahim Güzelce’den Kemal Nebioğlu’na ve 70’lerin TİP ve TKP yöneticisi komünist işçi önderlerinin anısına ters düşen, kabul edilemez bir sonuçtur. Sosyalist hareket bu her iki kanalda da aynı kararlılık ve yaratıcılıkla yürümek ve gelişmek zorundadır.

1923 CUMHURİYETİNİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Bugün azgın Siyasal İslam saldırıları karşısında cumhuriyetin ilerici değerlerini savunmak, 1923 cumhuriyetinin bir bütün olarak değerlendirilmesini kitle içi çalışmada baskı altına almaktadır. Bu saldırı karşısında haklı olarak derin bir kaygı ve gerilim yaşayan yurttaşlar, cumhuriyetin bütünsel bir Marksist eleştirisini ve değerlendirmesini dinlemeye (günlük politika planında) hazır değildir. Bu yüzden de bu konu, sosyalistler arası teorik çalışmanın her zaman güncel bir konusu olmakla birlikte, bunun günlük kitle içi çalışmanın güncel konusu haline gelmesi, muhtemelen yarının, ülkenin AKP belasından kurtulması sonrasının işi olarak görülebilir.

Ancak gene de bu konuda bizi yanlış taahhüt ve yaklaşımlardan koruyacak bir bakış açısını da geliştirmek gerekli olabilir. Bugün, özellikle KP ve TKH gibi örgütlerde izlediğimiz yaklaşım aşağı yukarı şudur. “1923 Cumhuriyeti iyidir, sağlıklıdır. Sadece temel sorunu burjuva egemenliğine dayanmasıdır. Burjuvazinin yerini proletarya aldığında bu cumhuriyet sosyalist bir cumhuriyet olacaktır” Bu yaklaşım bir Marksist’in değil, bir yedek parçacının bakışıdır ve şundan farklı değildir: “Motor gayet iyi, ama ana aks çürümüş. Ana aksı değiştirdik mi motor tam istediğimiz gibi olacak”. Böyle bir tavır, o motordaki diğer (ve sayısız!) “bozuk parça”yı görme tembelliğinin ya da isteksizliğinin ürünüdür.

Yaptığı atılıma ve savunduğunuz pozitif değerlerine rağmen, 1923’te kurulan cumhuriyet “gayet iyi ve sağlıklı “ falan değildir. Tek sorunu “burjuva egemenliği” olmayıp kapitalizmle direkt ilgisi olmayan bir dizi çarpıklığı, deformasyonu ve travmayı bünyesinde taşımaktadır: Kürt sorunu, Alevi sorunu, Ermeni sorunu, Türk halkına dayatılan hayali kimlik, onun 1923 öncesi kafalardan silinerek sıfırlanan (ve sağa terk edilen) tarihsel birikimi, kıyafet devriminde kendini ortaya koyan sığ modernite anlayışı ve bunun toplumda yol açtığı (ve hala sonuçlarını göğüslemek zorunda kaldığımız) travmatik yarılmalar, Sünni (daha doğrusu Hanefi) bir Diyanet İşleri kuran “laiklik” anlayışı, laiklikten bahsetmesine rağmen 100 yıl boyunca Hristiyan ve Musevilere karşı asla “eşit mesafede” olmayan devlet tavrı ve bunlara benzer bir dizi ön kabulü ile birlikte 1923 cumhuriyeti, eleştirinin ve analizin masasına yatırılmak zorundadır. Bütün bu çarpıklıkları kaba ve zorlama bir ”sınıfsallık” ile soyut bir “burjuvaziye” mal edip “burjuvazi gidince bunlar da otomatikman düzelecek” demenin Marksist yaklaşımla ilgisi yoktur (örneğin Alevilerin 1923’den beri yok sayılmasının burjuvazinin “sınıfsal çıkarlarıyla” nasıl bir bağı olduğunu açıklamak mümkün değildir) Bu sorunların hepsinin kendi ”tarihi” ve onları tetikleyen özgül ideolojik-tarihsel dinamikleri vardır ve bunlar, bütünsel bir proje olarak 1923 cumhuriyetini kuran siyasi kadronun devraldığı tarihsel olgular ve mirasçısı oldukları ideolojik kimlikle direkt bağlantılıdır. Bu sorunlar 1923’te o dönemde daha henüz bir embriyo halindeki bir burjuvazinin dayattığı sınıfsal tercihler değil, Cumhuriyeti kuran kadronun yukardaki olgular sonucunda yaptığı siyasi tercihlerdir (bir diğer siyasi tercih de kapitalizmdir); cumhuriyet böyle şekillenmiştir ve bütün bunlar 100 yıllık cumhuriyetin temel siyasi kodlarıdır. Bu sorunların hepsi bugün sosyalistlerin gündemindedir, hepsi sosyalizm mücadelesine eklemlenmiş durumdadır, ancak hepsi (tıpkı kadın ve çevre sorunu misali) kendi özgüllükleri içinde değerlendirilip gene özgün devrimci politikalarla çözüme ulaşacaklardır.  

Bu açıdan Türkiye’de sosyalizm, 1923 cumhuriyetinin “proleter versiyonu” değil, bu cumhuriyetin tüm temel tercihlerinin, “kodlarının” tek tek sorgulandığı, eleştirildiği ve aşıldığı yepyeni bir medeniyet projesi olarak algılanmak zorundadır. Yukarıdaki benzetmeye dönersek, mesele “eski motoru tadil etmek” değil, yepyeni bir makina tasarlamak, eski makineyi parçalarına ayırmak ve bu parçalardan doğru, çalışan ve işe yarayanları alıp (ki şu anda yaptığımız budur) yeni makinada kullanmak, kalanları ise çöpe atmaktır.

Sosyalistler ve cumhuriyet arasındaki ilişkiyi, dünya edebiyat tarihinden bir benzetme ile vurgulayarak yazımızı bitirelim

KRAL LEAR’İN ÖYKÜSÜ

Shakespeare’in bu ölümsüz eserini okuyanlar bilir; Kral Lear güçlü bir kraldır ve krallığa ilişkin projesini çocuklarına, yani 3 kızına açar. Büyük ve ortanca kızları onu destekler; ancak en zeki, cesur ve onurlu çocuğu olan küçük kızı Cordelia, bu projeyi doğru bulmaz ve babasını gerçekten sevdiği için bunu kendisine açıkça söyler. Despot bir kişilik olan Lear, eleştiriye tahammül edemez, küçük kızını evden kovar ve evlatlıktan reddeder. Küçük kız ömrünü sürgünde geçirmeye mecbur bırakılır.

Ancak kötü niyetli ve sahtekâr kişiler olan diğer 2 kızının peşinden giden Kral Lear, başarısızlıktan başarısızlığa sürüklenir, elindekileri kaybeder ve utanç verici bir duruma düşer. Ölüm döşeğinde onun yanına gelen ve ona geçmiş onurunu hatırlatıp sahip çıkan gene o akıllı ve cesur kızı Cordelia’dır.

Kral Lear’in öyküsü 100 yıllık cumhuriyetin öyküsüdür. 1923’de yaptığı atılımın ve  aydınlanmanın yarattığı en değerli, onurlu ve cesur unsurlar olan sosyalistleri ve ilericileri 100 yıl boyunca ezen, baskı altında tutan, ötekileştiren, kriminalize eden, gün yüzü göstermeyen cumhuriyet, bu tavrının bedelini darbeler ve katliamlarla dolu bir tarih yaşayarak, sonunda yobazların elinde oyuncak haline gelerek ve 100.yılı için düzgün bir tören dahi yapamamanın utancını yaşayarak ödemektedir Bu noktada onun tarihsel ve olumlu değerlerini hatırlatan ve ona sahip çıkan ise, gene o dışladığı, ama yetiştirdiği en değerli unsur olan sosyalistler ve ilericiler olmuştur. Resim budur.

1923 cumhuriyetinin pozitif değerlerine sahip çıkmak, sadece onu kuran bir askeri lidere güzelleme yapmak demek değildir. Bu her şeyden önce bu topraklardaki 200 yıllık aydınlanma mücadelesine, 1923 öncesinin büyük ve değerli reformcularına, Namık Kemal ve Tevfik Fikret gibi özgürlük şairlerine, Abdülhamit döneminde hürriyet için savaşıp işkence gören, hapsedilen ve sürgüne yollanan ilerici aydınlara, işgal günlerinde Ege ovalarında ve Antep’te direniş ateşini yakan yoksul köylülere, İmalat-Harbiye İşçilerine, yağmur ve kar altında mermi taşıyan emekçi kadınlarımıza sahip çıkmak demektir. Bize düşen bu muazzam birikimi, her türlü burjuva ve gerici çarpıtmadan arındırarak kucaklamak, emeğin iktidarı için verilen mücadelede bu değerli birikimi yanımıza almak, toplumsal kurtuluşumuzun projesini ve kodlarını bu birikim ile bütünleştirmektir. Bunu da sadece ve sadece sosyalistler yapabilir.

Hedefimiz olan Sosyalist Cumhuriyet’e bizi götürecek olan yol da budur!

 

DAHA FAZLA