Sosyalistler ve cumhuriyete sahip çıkmak (1)

Sosyalistler ve cumhuriyete sahip çıkmak (1)

Devrimcilik maceracılık değildir; ancak ciddi olanakların olduğu yerde risk de almak gereklidir ve olanaktan yararlanırken oluşacak risklere karşı da gerekli tedbir ve araçları geliştirmek, devrimci mücadelenin doğasının parçasıdır.

Sinan Dervişoğlu

Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. kuruluş yıldönümü, Saray Rejimi’nin baskıları ve perdeleme gayretleri arasında oldukça hazin geçmiştir. Öte yandan TİP, cumhuriyetin pozitif değerlerine sahip çıkan bir üslupla çalışmış, bu amaçla bir “Cumhuriyete Özgürlük” mitingi düzenlemiş ve oldukça net ve başarılı bir bildirge yayınlamıştır. Başka gruplardan (özellikle Kürt hareketi içinde ya da ona yakın konumlanan) sosyalistler ise bu yaklaşımı şu argümanlarla eleştirmektedir: “Türkiye Cumhuriyeti Ermeni katliamının üzerine kurulmuş, 100 yıl boyunca Kürtleri ve solcuları ezmiş, bu zulmü hiçbir dönemde sorgulamamış bir rejimdir ve bu rejimin ‘pozitif değerlerine sahip çıkma’ tavrı aslında bu rejimin kurucu felsefesi olan ve bir burjuva ideolojisi olan Kemalizm’e geçit vermektir”. Bu eleştiriler daha da ileri giderek “TİP’i Kemalist olmakla” suçlamaktadır.

Bu eleştiri ve suçlamalar yanlıştır ve haksızdır, ve esas olarak ideolojik doğrular ve tarihsel gerçeklerle güncel siyasi gelişmelerin arasında anlamlı bir bağ kurmaktaki yetersizliği yansıtmaktadır. Yazımızda bu bağı ortaya koymaya ve şu sorulara cevap bulmaya çalışacağız: Bu değerlere bugünün konjonktüründe sahip çıkmak, (TİP’in de bir burjuva ideolojisi olarak teşhis ettiği) Kemalizm’e kapı açmak mıdır? Ve dahası, bu ideolojinin şu an gerçek konumu nedir?

1980’LERDE VE 90’LARDA KEMALİZM: FAŞİST BİR YÖNETİMİN İDEOLOJİK ENSTRÜMANI

Yakın tarihten başlayalım. TİP dahil bugünkü sosyalist örgütlerin ana gövdesini oluşturan ve bizlere umut veren kadroların çoğu genç olup 20-30 yaş bandı arasındadır ve 1980 ve 90’larda ya doğmamış ya da henüz çocukluklarını yaşayan kadrolardır. Siyasete gözlerini açtıklarında gördükleri yegâne gericilik Siyasal İslam’ın gericiliği olmuş, siyasi refleksleri de ağırlıklı olarak bu düşmanla savaşmanın damgasını taşımıştır. Buna karşılık “bir zamanlar” başka bir gericilik; çağdaş, modern, seküler, (“başı açık ve içki içen”) bir gericilik de vardı ve onun elleri de en az Siyasal İslam kadar kana bulanmıştı. Daha net söyleyelim: 1980 faşist darbesinden AKP iktidarı olan 2002’ye kadar faşizm ve gericilik Türkiye’yi Kemalizm’le yönetmiş, Kemalist söylem ve ideoloji ile kitleler üzerindeki siyasi ve ideolojik hegemonyasını pekiştirmiştir. Bunu bilmemek ya da unutmak, yaşı ne olursa olsun hiçbir devrimci için kabul edilemeyecek bir aymazlık olur. Bu Kemalizm’in taşıyıcısı, yayıcısı, organizatörü ise (hazin bir “yancı” olmaktan öteye gidemeyen CHP değil) bizzat Silahlı Kuvvetler ve onun yan organları olan MİT, ordu istihbarat, MGK, üst sivil bürokrat kadro ve emirlerindeki medya olmuştur. Buradan “Kemalizm faşist bir ideolojidir” gibi absürt bir sonuca zıplamamız söz konusu değildir; ancak Kemalizm’in boyutlarından ikisi olan anti-komünizm ve Kürt düşmanlığı, bu 2 olguyu kendisinin yegane var oluş sebebi haline getirmiş faşist bir yapı tarafından alabildiğine kullanılmıştır. Kastedilen budur.

12 Eylül darbesi olduğunda solcuların anne-babaları dahil milyonlarca insan “bunlar ne sağcı ne solcu; en azından Atatürkçü” aldatmacasıyla pasifleştirilmiş, cuntacıların çirkin yüzleri ortaya çıktığında bile cumhuriyete ve  “Atatürk devrimlerine bağlılık” söylemi uzun süre insanların gazını almakta başarılı olmuştur. Kürt halkına yapılan zulüm, sola karşı girişilen baskı da sonuçta Mustafa Kemal’in de sosyalistlere ve Kürt halkına karşı tavrı farklı olmadığı için bu söylemin içine rahatça yerleştirilmiş ve doğrulanabilmiştir. El altından Siyasal İslam’ın önü açılırken devrimlere, laikliğe, kadın haklarına, bilime bağlılık söylemleri (bunlar o dönem henüz fiilen de tehdit altında olmadığı için) faşist yönetimler için mükemmel bir perde olmuş, Tansu Çiller’in o uğursuz beyaz Toroslar döneminde dahi Atatürkçü söylem, işledikleri cinayetlerin üzerine utanmazca örttükleri bir şal gibi kullanılmıştır. Dahası, Siyasal İslam gelişip dişlerini göstermeye başladığında, silahlı kuvvetlerin faşist uygulamaları karşısında rahatsız olan büyük bir yurttaş kitlesi dahi “tamam kötüler, ama bir tek bunlar bizi yobazlardan koruyabilir, çünkü en azından Atatürkçüler” yalanıyla teslim alınmıştır. 80’lerde ve 90’larda aktif devrimci mücadele veren kadroların (bu satırların yazarı dahil) bir siyasal ve ideolojik söylem olarak Kemalizm’e duydukları derin nefretin kaynağı da budur, bu dönemin somut yaşanmışlığıdır.

Ancak siyaset, özellikle de devrimci siyaset “nefret, sevgi, sempati” gibi duygusal unsurların değil, somut siyasi gerçeklerin ve somut siyasi ihtiyaçların ışığında şekillenmelidir ve her devrimci, hislerinin ötesine geçerek verili bir andaki somut gerçeklere denk düşen bir çizgiyi formüle edip benimseyecek kadar esnek ve yaratıcı olmak zorundadır. Mao’nun binlerce Çinli komünistin yanı sıra bizzat kendi karısını ve çocuğunu dahi öldürten Çan Kay Şek ile, Japon işgaline karşı anlaşma yapıp birlikte kadeh kaldırdığı resim bizlere ders olmalıdır. Bu kadeh kaldırma, sonradan Çan Kay Şek’in tepelenip gene Mao tarafından tarihin çöplüğüne atılmasını engellememiştir. Devrimci siyaset , doğru zamanda doğru adımı atmaktır.

Bu açıdan baktığımızda şu ilginç sonucu da vurgulamak gerekir: Kenan Evren diktatörlüğünde ya da Demirel’in beyaz Toroslar döneminde, bugün yaptığımıza benzer “biz de cumhuriyete sahip çıkıyoruz” şeklinde bir sosyalist söylem, bu söylemi yapacak olanların niyetinden bağımsız olarak o örgütü bu muazzam gerici ideolojik odağın çekim merkezine sokacak ve onları “düzenin sosyalistleri” haline getirecek trajik bir adım olurdu.

O zaman, o günden bugüne ne değişti? Adım adım gidelim:

90’LARIN SONU: İKTİDAR BLOĞUNDAKİ ÇATIŞMA

Askeri-faşist cuntanın önünü açtığı, sivil sağın desteklediği, emperyalizmin de global olarak her türlü yardımla güç kattığı Siyasal İslam 90’ların sonunda kuvvetlenip devlet kademelerinde bir güç haline gelme savaşına girdiği zaman, devletin geleneksel güçleri ile aralarında bir çatışma çıktı. 28 Şubat “post modern” darbesi bu çatışmanın ürünüydü; ancak talihin cilvesi (aslında asla şaşılmaması gereken olgu!) ile, sözde İslamcı sağa karşı yapılan bu darbenin en kanlı mağduru gene sol oldu; Gazi Katliamı bizzat bu 28 Şubat sürecinde ve onu aktörleri tarafından hayata geçirildi. Devletin geleneksel (Kemalist söyleme sığınan) sahipleri ile yükselen Siyasal İslam arasındaki çatışma, o dönem başka bir politik gafı gündeme getirdi:

‘RESTORASYON’ BALONU

Aralarında Yalçın Küçük’ün de bulunduğu bir grup solcu, devletin geleneksel hakimleri ile yükselen Siyasal İslam arasındaki gerilimin bir fırsat olduğunu düşünerek, devleti gene eski geleneksel kodlarına göre restore etme eğiliminin ve bundan doğacak çatışmanın sola da ciddi bir gelişme olanağı sunacağını varsayarak “restorasyon” politikasını ortaya attılar. Bu politika tam bir saçmalıktı, zira burada “restore” edilmesi amaçlanan şey toplumun, halkın hakları ve kazanımları değil, bir devlet aygıtı idi. Dahası, “restorasyon” kavramı dikkatle incelendiğinde şu sorunun sorulması kaçınılmazdı: Devlet hangi “noktaya” restore edilecek? Bilgi işlem dünyasında bozulmuş bir veriyi “restore” etmek istiyorsanız bir referans zamanı vermek zorundasınız. Örneğin “veriler bozuldu, bir gün önceye veya bir hafta önceye dönelim” denilir. Devleti restore edecek olanlar hangi “referans” noktasına dönmek istiyordu? 1980? 1970? 1950? Solun ve emekçilerin hep acımasızca ezildiği bu noktalardan herhangi birine “geri dönme”yi savunmanın, üstelik bunu “solculuk” adına yapmanın saçmalığı ortadaydı ve bu görüşün şampiyonluğunu yapan, bir zamanla Marksist açıdan yazdığı eserleri severek okuduğumuz Yalçın Küçük, bu politikanın sonucunda üç kuruşluk generallere “xx Paşa Hazretleri” diye yaltaklanacak kadar alçaldı ve bir siyasi mevta olarak yok oldu gitti. Restorasyon balonu da ilelebet söndü.

ERGENEKON VE GEZİ: ÇEKİŞME VE GERİLİM SÜRÜYOR

Bir yandan Siyasal İslam’ın yükselişine ABD’nin açıkça destek sunması , öte yandan SSCB ve sosyalist blokun yıkılmış olması, geleneksel devlet kadrolarında bir tür “NATO konseptine mahkum olmama” ve ayrı baş çekme eğilimini gündeme getirdi ve Siyasal İslam’a karşı söylemleri bu yönde (gene Kemalizm’i baş tacı ederek) gelişti. Bu son derece zavallı bir çabaydı; zira 1950’den beri uşakça hizmet ettikleri, kendisine karşı çıkan yurtseverleri astıkları, 12 Eylül darbesini “your boys” olarak birlikle planladıkları ABD’ye en azından “mesafe koyma”nın dahi bu güç tarafından hoş görülmeyeceği belliydi ve ABD, devlette güç kazanmaya başlayan Siyasal İslamcı kadrolarla birlikte bu eğilimin ipini çekti. Ergenekon Davası bu sürecin ürünüydü ve bu davada olayla ilgisi olmayan masum alt rütbeli subaylara rağmen, yargılananların çoğu ellerinde hala Kürtlerin ve solcuların kanını taşıyan kadrolardı; gene de bunlara, yukarda zikrettiğimiz “restorasyon” fiyaskosunun bazı döküntüleri “solculuk” adına destek sunmaya devam ettiler.

Yakın tarihimizin en büyük halk hareketi olan Gezi, bu 2 güç arasındaki gerilimin ve anlaşmazlığın sürdüğü bir ortamda hayata geçti. Aslında halkın ilerici değerler temelinde bir patlaması olan bu harekete belli oranlarda MHP’lilerin de katılması, öte yandan devletin onlarca katliam planlamış organlarının bu kalkışmayı pasif bir sessizlikle izlemeleri, suçun PKK ya da başka bir özneye atılabileceği bir kan banyosu olmadan bu sürecin sürmesi, geleneksel devlet kadro ve organlarının hükümetteki güce karşı takındıkları hasmane ve “destek olmama” tavrının bir ürünüydü. Kan banyosu ise sonradan gelecekti.

2015: DEVLET AKLINDA BÜYÜK KIRILMA

2015 seçimlerinde sosyalistlerin desteklediği HDP’nin büyük bir patlama yaparak 3. parti olarak çıkması ve AKP’ye karşı takındığı radikal tavır, bir yandan o ana kadar Kürt halkına mavi boncuk dağıtan AKP camiasında bir tepkiye (ve Kürtlerden kendilerine fazla “ekmek çıkmayacağı” gerçeğini anlamalarına) yol açtı; öte yandan da hala ciddi bir organizasyonel gücü elinde tutan geleneksel kadrolarda devletin geleneksel 2 düşmanı olan Kürtlerin ve solun büyük bir parlamenter güç haline gelmeleri bir tür “ölüm çanı” oldu. O dönemde yapılan MGK toplantısında bu kesim tarafından dile getirilen “son Türk devleti de elden gidiyor” kaygısı, Erdoğan’ın da hesaplarına uygun düştü ve o ana kadar kapışan bu 2 güç, solu, ilerici hareketi ve Kürtleri ezme temelinde birleşti. Sonrası biliniyor: Tarihimizin en gerici, en alçak, en kan dökücü bu iki öznesinin birleşmesi, Gezi’de günlük polis şiddeti dışında maruz kalmadığımız kan banyosunu, ya da kan banyolarını art arda gündeme getirdi: Önce Suruç, sonra tarihimizin en büyük katliamı olan Gar patlaması, ve ondan sonra gelen Demirtaş’ın hapsi, kayyumlar ve diğerleri… Saray Rejimi tek başına AKP’nin değil bu 2 öznenin, kendi karşılıklı hesaplarıyla kurduğu bir ittifakın ürünüdür, MHP de bu “öbür özne”nin direkt temsilcisidir.. AKP bu ittifak sayesinde etkili ve ustalaşmış bir baskı aygıtını kullanma şansına kavuşmuş, geleneksel kadrolar ise geçmişte işledikleri cinayetlerin hesabının sorulmasını engelleyecek bir yasal meşruiyete, yıldızı çoktan sönmüş bir Demirel ve Çiller’den çok daha fazla kitle desteğine sahip bir iktidar ile kavuşmuştur.

Biraz uzun da olsa aktarmaya çalıştığımız tüm bu siyasi süreç, bizlerin bugün için kritik bir gerçeği görmemizi sağlamak içindir: Bu “birleşme” ile Kemalizm, geleneksel 12 Eylül devleti kadrolarının temel ideolojik söylemi olmaktan çıkmıştır. Bunlar bugün “Kemalistler” olarak değil, kendilerine koydukları isimle “Avrasyacı” olarak anılmaktadır. Onların temel derdi İHA’lar, SİHA’lar ile güçlenen bir savunma sanayi, “Mavi Vatan” palavralarıyla desteklenen bir “denizlere hakim olma” isteği, 10’a yakın ülkede varlık gösteren Silahlı Kuvvetler ile bir emperyal güç olma hasretidir. Artık bir dönem kendilerine kalkan edindikleri cumhuriyet reformları, kadın hakları, laiklik umurlarında dahi değildir; bu değerlerden bir kalkan (daha doğrusu bir “incir yaprağı”) olarak dahi vaz geçmek, Siyasal İslam’la yaptıkları uğursuz ittifak için ödedikleri (çok da umurlarında olmayan!) bir bedeldir. Öte yandan bu ittifak sonrası Siyasal İslam, sahip olduğu azgın rövanşizm ile (80’lerden ve 90’lardan farklı olarak) cumhuriyetin en temel değerlerine, uzun yıllar hava ve su gibi alıştığımız unsurlara, kadına, bilime, laikliğe, yurttaşlık bilincine karşı saldırıya geçmiştir.

Bu yeni durumun sonucu nettir: Cumhuriyetin bu temel değerlerini savunmak hem gerekli, hem de mümkün hale gelmiştir.

Gerekli hale gelmiştir, çünkü kadının ezilip çarşafa kapandığı, bilimin aşağılanıp orta çağ zırvalıklarının egemen kılındığı, laikliğin açıkça yok edildiği bir şeriat faşizminde sosyalizmi savunmak ve geliştirmek imkansıza yakın derecede zor olacaktır. Arkasına geleneksel terör aygıtlarının desteğini alan Siyasal İslam, bu saldırısıyla sosyalistlerin ve ilericilerin ayaklarının altından halıyı çekmektedir. Bu temel, hayati değerleri savunmaktan, Mustafa Kemal ile olan tarihsel hesaplaşmamız adına kaçınmak, büyük ve affedilemez bir tarihsel gaf olacaktır.

Mümkün hale gelmiştir, çünkü Kemalizm devlet kademesinde hiçbir organ tarafından savulmayan bir ideoloji konumundadır ve cumhuriyetin temel kazanımlarını savunmanın (gene 80’lerin ve 90’ların aksine) onu savunanları hiçbir devlet öznesiyle yan yana getirmesi ya da onun kuyruğuna takması söz konusu değildir.

Bir devlet ideolojisi olmaktan çıkan Kemalizm o zaman yok mu olmuştur? Elbette hayır. O zaman şu anki durumu nedir? Bu noktada, bu ideolojinin yıllardır acentalığını yapan CHP’ne değinmek gereklidir.

CHP YÖNETİMİ: İKİYÜZLÜ, SAHTE, ŞİKECİ MUHALEFET VE SAHİPSİZ KALAN MİLYONLAR

20 yıllık AKP iktidarı sonunda  “CHP’nin pasifliği”, “CHP’nin değişime kapalı olması” gibi sözler, artık her akıllı insanın kafasında yıkılması gereken klişeler haline gelmiştir ve bu görüntülerin ardındaki temel gerçek açıkça görülmelidir. Öncelikle CHP’yi (Avrupa’dakiler gibi!) bir sosyal demokrat parti olarak görme absürtlüğüne son verilmelidir. CHP, işçi hareketinden çıkan ve hala bu sınıfla bağları süren Avrupa sosyal demokrat partilerinin aksine, bir devlet partisidir. Burjuva devletin kurucu partisidir ve sadece iktidarda değil, muhalefete düştüğü zamanlarda dahi devlet organları ve güç odaklarıyla organik bağı sürmüştür. Orhan Eyüboğlu’ndan Önder Sav’a ve Deniz Baykal’a kadar CHP Genel Sekreterliği bir MİT makamıdır; amaç devlet partisini “yıkıcı unsurlardan korumaktır”. Devlet odaklarıyla bu bağ, en çirkin yüzüyle kendini AKP iktidarında göstermiştir. Kemal Kılıçdaroğlu’nın CHP başına geçmesi, Wikileaks belgelerinde ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton tarafından istenen ve onaylanan bir olgu olarak karşımıza çıktığında, bu iddiaya bugünkü CHP Genel Başkanı ve yönetimi tek bir itirazda dahi bulunmamış, sessizce onaylamıştır. “Son Türk devletinin bekası” adına AKP ile birleşen geleneksel devlet aklı, geçmişten devraldığı kanallarla CHP’yi de, yönetimi üzerinden manipüle etmektedir ve bunun en somut örneği sevgili Selahattin Demirtaş’ı hapse yollayan süreçte CHP’nin sağladığı destektir. “Anayasaya karşı, ama gene de “evet” diyeceğim” sözü bir zavallılığın, bir “emir alma” olgusunun açık delilidir ve bu delil 20 yıllık AKP yıkım ve vahşeti karşısında tüm gücüyle halkı evlerinde tutmaya çalışan, sokağa dökülmelerini engelleyen, ve yeni bir Gezi’yi, bütün şartları çok daha fazla olgunlaşmasına rağmen bilinçli olarak engelleyen tavırla kendisini netleştirmiştir. Son seçim, trajedinin doruğudur. AKP’nin depremle birlikte tüm meşruiyetini yitirdiği  “dünyanın kazanılması en kolay seçimi”, bir dizi kurnazca planlanmış sözde “hata” ile kaybedilmiş, örneğin  sadece muhafazakar seçmenin değil, CHP’li seçmenin dahi çok sevmediği biri ortak aday olarak halka dayatılmış, eski bir kontr-gerillacı ANKA’nın başına getirilmiş, eski seçimde hata üstüne hata yapan “bilgi işlemcilere” yeniden görev verilmiş, sayısız seçim sandığının (özellikle Kürt illerinde) sahteleriyle değiştirilmesine göz yumulmuştur.

Bugün, özellikle sahada çalışan sosyalistlerin sık sık şahit olduğu bir gerçeği hatırlatalım: “20 yıldır KK ve RTE ülkeyi birlikte yönetiyorlar. RTE iktidarı, KK muhalefeti yönetiyor”, ya da “İktidar da muhalefet de dizayn edilmiş yapılar” sözleri bırakalım sosyalistler, sıradan CHP üyesi hatta sade CHP seçmeni yurttaşlar tarafından dile getiriliyorken, “CHP’nin pasif muhalefet yapması” tespiti devrimcilere yakışmayan bir naifliktir. Ortada “pasiflik” falan yoktur, sadece AKP müttefiki geleneksel devlet aklı tarafından manipüle edilip şike yapan bir muhalefetle karşı karşıya olduğumuz görülmelidir.

“Bu mümkün müdür” sorusunun cevabı, CHP’nin yapısına bir parça aşina herkes tarafından verilebilir. Cumhuriyetin kurucusu olan partinin şu anki tüzüğü ve iç işleyişi, bir Padişahlık tüzüğü ve işleyişidir. CHP’yi “içerden değiştirmeye” çalışan, ya da “CHP içi politika” yapan kimi “sol”ların çabasının zavallılığı da burada yatmaktadır: CHP içinde Genel Başkan’ın onaylamadığı bir mevziin, bırakalım kurulları, Genel Başkan’a muhalif bir delegenin bile seçilmesi imkansıza yakındır. Yıllar boyu işçi sınıfı partisi KP’lere “diktatoryal, Stalinist Partiler” diyenlerin, CHP’nin iç işleyişi karşısında dudaklarının uçuklaması kaçınılmazdır. Bu durumun sebebi de, sonucu da ortadadır: Yönetimi ”bağlarsanız” CHP’yi de bir bütün olarak bağlarsınız. Olan da tamı tamına budur.

Yaşadığı ve halka yaşattığı son hayal kırıklığından sonra CHP bir kongre süreci yaşamıştır; ancak bu kongrenin “heyecanı” Türkiye’de kimseyi “heyecanlandırmamıştır”!. KK’nin gidip Özgür Özel’in gelmesi bir imaj tazelemedir; Özel de yaptığı konuşmada “İHA’lar ve SİHA’lar” dolayısıyla RTE’yi övmüş, aslında iktidar ortağı Avrasyacı’lara selam yollamıştır. Bunun anlamı açıktır: Devlet içinde CHP’nin ipini elinde tutanlar değişmemiştir. KK’nin gitmesiyle CHP değişmeyecek, sadece “aynı kalmak için değişecektir”. Ya CHP tabanındaki milyonlar?

Bu tabanın tümü olmasa da önemli bir kısmı, özellikle bu taban içinde özgürlükten, laiklikten, emekten yana olan; yağmaya, işsizliğe, yoksulluğa ve neo liberal talana karşı samimi tepki duyan milyonlar açıkça siyaseten sahipsizdir. Bu taban içinde “stratejik oy” yalanı yüzünden son dakikada TİP’e değil CHP’ye oy verenler pişmanlık içindedir. TİP’i ilgiyle izlemekle birlikte yıllar boyu CHP’ye oy veren seçmenler arasında “bunlara bir daha oy verirsem elim kırılsın” diyenlerin sayısı şaşırtıcı bir hızla artmaktadır. 20 yıl boyunca AKP rejiminin ayakta kalmasını mümkün kılan bu parti, tabanını temsil etmemekte, bu tabanın bir kısmı yüzünü ”artık bunlarla olmuyor” diyerek daha sola, CHP solundaki en güçlü seçenek olan TİP’e yöneltmektedir. Bu, çok ciddi, stratejik bir olanaktır.

DEVLET KEMALİZMİNDEN HALK KEMALİZMİNE

Önce bu başlığa ilişkin yanlış anlamaları engellemek için açıklama yapalım. Söylemek istediğimiz, (ve aşağıda açıklayacağımız) görüş “devlet Kemalizm’i kötüdür, halk Kemalizm’i ise çok iyidir” demek değildir. Kemalizm bir burjuva ideolojisidir ve savunan özne kim olursa olsun, şu ya da bu oranda burjuva ideolojisinin izlerini, yani yanlış, olumsuz ve gerici öğeler taşıması kaçınılmazdır. Ancak öznedeki değişim, bu ideolojik kavrayış içindeki değişik öğelerin ağırlığında ciddi bir farka sebep olmuştur ve görmemiz gereken de budur. Açıklayalım:

1980 ve 90’ların “devlet Kemalizm’i” söylemi, o dönem devlet eliyle bir ideolojik bombardımana dönüşmüştü ve (eski bir benzetmeyi tekrar edersek) Atatürk’ün yüzü, gözleri ve kaşları “çayımıza ve çorbamıza kadar girmişti”. Bugün 10 Kasım’larda saat 9:05’de arabasını durdurup saygı duruşu yapan yurttaşlar dahi bu söylemden o dönemlerde rahatsız olmuş, bu söylemi sürdüren faşistlerle kendi kafalarındaki Atatürk imajı arasındaki farkı hissetmiş ve gene de bu imaja olan saygıları nedeniyle bu bombardımana karşı sessiz kalmışlardı. Daha ilginç olanı ise, gene aynı dönemde Kemalist ideolojinin eleştirisi çok daha popüler hale gelmiş, resmi Kemalist söylemin efsanelerini tartışan ve sorgulayan metinler, sadece akademik çalışmalarda değil, Nokta ve Aktüel gibi haftalık dergilerin dahi sayfalarına kadar girmişti (bkz. Nokta Dergisi, yıl 6, sayı 18, 8 Mayıs 1988 sayısı: “Çek Bir Nutuk, Atatürk’süz Olsun!”.

Devletin Kemalizm’den vazgeçtiği, buna karşılık AKP şeriatçılığının saldırılarının artması sonucu, Atatürk’ün yeniden bir idol haline gelmesi son yıllarda bir anlamda patlama yapmış ve eskisine göre daha da yaygınlaşmıştır. Buna karşılık bu tabanda yaygınlaşan “halk Kemalizmi”nin eski devlet Kemalizmine göre çok daha az toksik ve oldukça farklı olduğu görülmelidir. Eski devlet Kemalizmi için Atatürk imajı, kendi cinayetlerini örtbas etmeye yarayan bir örtü, yukarda dediğimiz gibi bir “enstrüman” iken, Mustafa Kemal’i yeniden bayraklaştıran halk kesimlerinde bu liderin temsil ettiği değerler bağımsızlık, ulusal onur, modernleşme, özgürlük, demokrasi yandaşlığı ve açgözlü sömürü ve yağmaya düşmanlıktır. Atatürk kendi sağlığında asla anti-kapitalist bir lider olmamasına rağmen (kapitalizmi kuran bizzat kendisidir), kitlelerin ona atfettiği değerler çoğunlukla sol değerlerdir. Bu ideolojik-teorik olarak bir çelişkidir; ancak fiili durum da budur. Bu durumun köklerini teşhis etmek, yeni bir tarihsel fırsatı önümüze koymaktadır.

EMANETİ GERİ ALMA VAKTİ

Yıllar içinde unuttuğumuz bir gerçeği hep birlikte hatırlayalım: Bu topraklarda en basit ve ılımlı hali ile dahi “sol”, yani emekten ve sosyal adaletten yana değerleri savunan ve ülke gündemine getiren sadece ve sadece sosyalistler olmuştur. (1950’lerde bir filmdeki “Siz ayrı dünyaların insanlarısınız” sözünün, “komünizm propagandası” gerekçesiyle sansür edildiğini hatırlatalım) İsmet İnönü’nün 40 yıl boyunca despotik bir burjuva partisi olan CHP’ye 1960 sonrası “Ortanın Solu” politikasını tanımlaması, tamamıyla TİP’in, Aybar ve Boran yoldaşlarımızın toplumda yarattığı etkiyi göğüslemek içindi. Ecevit’in 1973’deki “Ak Günlere” çıkışı, aslında 12 Mart sürecinde Deniz’in, Mahir’in, ve diğer devrimcilerin katledilmelerinin toplum vicdanında yarattığı yarılma ve öfke patlamasının ürünüydü. Tamamıyla sosyalistlerin yarattığı bu sol değerleri CHP içine alıp hapsetmek, sistemli bir devlet politikası oldu. Devlet, organik bağı olan CHP’yi yönetti, CHP de “sol Kemalist” ideologlarla (bir kısmının devlet organları ile direkt bağı olduğunu biliyoruz) Atatürk’ü “bir tür solcu” gibi göstererek bu yönelimi kendi içine kanalize etti. Sonuçta sosyalistlerin yarattığı değerlerden etkilenen yurttaşlar, sosyalistlere yönelmek yerine, bu değerlere atılan “devlet Kemalizmi” kancası ile düzen içi, yani düzeni asla yıkmayacak politikalar içine hapsedildiler; sosyalistler kendi emeklerinin ürünlerini ancak çok sınırlı bir şekilde toplayabildiler. Bu ideolojik “gasp”, kadro “gaspı” ile tamamlandı, solun sürekli yediği şiddetli darbeler sonucunda dağılan devrimci örgütlerden CHP’ye sağlanan kadro transferi ise, bu örgütü ölmekten kurtaran bir taze kan oldu.

Bugün sol değerlerden etkilenen yurttaşları düzene bağlayan bu “devlet Kemalizmi” zinciri kopmuş durumdadır; sosyalistlerin yıllarca mücadeleleri ile yarattığı bu değerleri manipüle edecek bir düzen odağı yoktur, bu değerler zincirinden kopmuştur ve serseri mayınlar gibi ortadadır.

Emaneti geri almanın vaktidir, 60 yıldır kendi emeğimizle ve dökülen kanlarla yaratılan değerlere el koymanın, onları yuvaya getirmenin, Deniz Gezmiş’i CHP kongrelerinin ikonu olarak kullanma sahtekarlığına son vermenin ve bu sahipsiz mayınları kendi cephaneliğimize katmanın vaktidir.

DEMOKRAT BİR KEMALİSTİN KAFA YAPISI

Sola yönelen Kemalist yurttaşlar için şunu görmek gerekir: Bu kesimlerin büyük bir çoğunluğu içinde hiç kimse “M.Kemal iyi ki Mustafa Suphi’yi öldürdü” ya da “Nazım’ı hapse atmakla çok iyi etti” ya da “İyi ki sağlığında komünistlere ve solculara nefes aldırmadı, eline sağlık!” dememektedir; bunu diyen “Atatürkçüler” zaten ya MHP’de ya da İyi Partidedir. Çünkü bu büyük çoğunluk bu gerçeklerden bihaberdir! Bu insanlar Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın yattığı 22 seneden, Şefik Hüsnü, İsmail Bilen, Reşat Fuat, Şoför İdris, Behice Boran, Nihat Sargın gibi değerlerin yaşadığı zulümden haberleri dahi yoktur. Nazım’ın hapse atıldığını bilenler ise (muhtemelen) bunu bir arıza (“acaba niye hapse attı, herhalde iftiraya uğradı” tadında rasyonalize etmektedirler. Bu cehaleti aşağılamaya hakkımız yoktur, zira onların bu cehaleti, bizim, biz sosyalistlerin günahıdır. Sola yönelen bu insanları sağlıklı bir şekilde eğitmek bugün hem mümkündür, hem de görevimizdir; zira Kemalizmdeki burjuva özün (aşağıda ele alacağımız Kürt meselesi dışında) “bir sıkımlık canı kalmıştır” Ancak bu aydınlatma asla nefret dolu, kindar, insanın başına kakan bir söylemle değil, karşımızdakinin kutsalına hakaret etmeden, dindar bir emekçiye sosyalizmi anlatırken gösterdiğimiz hassasiyetle yapılmalıdır. Bu gerçekler sola yönelen bir Kemaliste anlatıldığı zaman onların birçoğu (fanatik Kemalist değillerse, ve bir parça akla ve vicdana sahiplerse) önce utanmakta, başlarını eğmekte ve “haklısınız, Mustafa Kemal ve cumhuriyet bu değerli insanlara bunları yapmamalıydı, bu ülkemize zarar verdi” demek zorunda kalmaktadır.

CHP’nin kendi 20 yıllık utancı içinde debelendiği bu ortamda, bu kesimler içinde güç kazanmak, özel olarak TİP’e, genel olarak sosyalist harekete geometrik hızla büyüme şansı sunmaktadır. Bu ciddi bir olanaktır; her olanak gibi bunun da riskleri vardır. Devrimcilik maceracılık değildir; ancak ciddi olanakların olduğu yerde risk de almak gereklidir ve olanaktan yararlanırken oluşacak risklere karşı da gerekli tedbir ve araçları geliştirmek, devrimci mücadelenin doğasının parçasıdır.

Bu olanakları ve riskleri önümüzdeki yazıda ele alacağız.