İsyan ve günah

İsyan ve günah

Bu ideolojik baskılamanın ne zamana kadar devam edeceğini, ne zamana kadar etkili olacağını bu ülkeyi ve dünyayı her gün elleriyle yeniden kuran “günahkarların” büyük isyan hareketleri belirleyecektir.

Kerem Yıldırım

“İşte sizin isyan, günah, yıkıp dökme, kısaca kötülük dediğiniz şeyler, benim özümdür.” [1]

Bu ifadeler Goethe’nin Faust isimli eserinde şeytanı temsil eden Mephisto’nun dilinden dökülüyor. İbrahimi dinlerde şeytan mefhumuyla kötülük aynı anlama gelir. Mephisto ise burada isyanla kötülüğü denkleştiriyor. İsyan şeytan işidir, isyan şeytanın temel melekesidir diyor. Aslında Goethe genel olarak din kurumunun, özel olarak da Hristiyanlığın isyana karşı yaklaşımını yalınlaştırıyor.

Kötü/günah ile isyan ilişkisine tekrar döneceğiz. Zaten esas olarak bunu tartışacağız. Ancak öncelikle kötüyle isyanı denkleştiren düşüncenin arka planını kısaca irdelemekte fayda var.

Tarihsel olarak, dinin doğuşu ve sonrasında dinin ideolojik-siyasal bir forma kavuşması arasında zorunlu bir ilişki olduğunu görüyoruz. Her din devletleşebildiği ve toplum üzerinde ideolojik bir hegemonya kurabildiği sürece etkili ve yaygın hâle geliyor. İbni Haldun bu gerçeği Mukaddime’sinde özlü bir biçimde saptıyor: “Kamu(toplum) egemenin dinindedir.” [2]

Yine Haldun aynı eserinde “Arapları devlet yapan dindir.” [3]  diyerek de İslam’ın Arap toplumu üzerindeki ideolojik-siyasal etkisini vurguluyor.

Egemen ideolojiye dönüşen dinin “müminlerden” beklediği birinci kural dine ve onu koruyan siyasal aygıta, devlete itaat etmeleridir. Hatta çarpıcı olması açısından örneklendirecek olursak, İslam’ın kelime anlamı, “boyun eğmek” ve “teslim olmak” anlamına gelmektedir. [4]

Ayrıca belirtelim, Kur’an’ın bazı sure ve ayetlerinde bağy diye bir kelime geçiyor. “Haktan ayrılmak” ve “haddi aşmak” gibi anlamları ifade ediyor. Yani, kısacası isyan etmek anlamına geliyor. İlgili sure ve ayetlerde isyan edenler çok sert uyarılıyor. [5] Muhtelif kaynaklardaki hadislerde de “devlete itaat edin” minvalinde ifadelere rastlanıyor.

Devletleşmiş ya da ideolojik hegemonyaya dönüşmüş her din, açık konuşmak gerekirse kendini gerçekleştirmiş her din aynı zamanda kendi varlığını devam ettirecek bir davranış geleneği, kültür yaratmak zorundadır. Ahlak tam da bu kültürün ideolojik bir çıktısı olarak biçimlenir ve toplumsal ilişkilerdeki yerini alır.  Bu anlamda ahlak, “iyi ve kötü nedir?” sorularına dinin ölçülerine göre kalıcı yanıtlar vermektir. Din, kendine özgü ahlak teorisiyle; boyun eğen, itaat eden insanın davranışlarını belirlenmiş kurallara uydurmasını istiyor.

Meseleyi salt İslam üzerinden vereceğimiz örneklerle kısırlaştırmamak için Skolastik döneme damgasını vuran, Hristiyan düşünür Augustinus’un kötülük problemine de değinelim. Çünkü din-siyaset-ahlak ilişkisi bütün devletleşmiş dinlerde geçerlidir.

Augustinus “Tanrı varsa neden, kötülük var? Zaten her şeyi Tanrı yaratmadı mı?” sorularını ilginç bir temellendirmeyle yanıtlıyor. Augustinus’a göre var olan her şey belli bir hiyerarşiye bağlıdır. Tanrı mükemmel ve yaratıcı olması nedeniyle bu hiyerarşinin en üstündedir ve mutlak iyinin kendisidir. Ancak Tanrı dışında hiçbir şey mükemmel değildir ve bozulabilir. Bozulabilen her şey ise iyilik bakımından noksandır. [6] Sonuç olarak noksan olan her şeyde kötülük vardır. Bu nedenle Augustinus; kötülüğü var edenin Tanrı değil, varlık hiyerarşisindeki “zorunluluk” olduğunu ileri sürüyor.

Görüldüğü gibi Augustinus işin içinden çıkamayınca kötülük problemini eşitsizlikle açıklamaya çalışıyor. Keza, Augustinus’a göre bu eşitsizliğe itaat etmemek ve isyan etmek günahtır, hatta Tanrı’yı inkar etmektir.

İdeoloji olmuş, toplumsallaşmış ya da egemenlik aracına dönüşmüş her dinin siyasası da ahlakı da boyun eğmeye ve koşulsuz itaate dayanıyor. Bu nedenle isyan etmek hem siyaseten hem de ahlaki olarak kurumsallaşmış bir kötülük olarak normlaşıyor.

***

Geçtiğimiz günlerde, günümüzün post-modern siyasal ikliminin yasa dışı ama egemenleşmiş “siyasal partilerinden” olan İsmailağa cemaati, “Yoksulluğumuzun nedeni isyan etmektir. Fakirliğin, yoksulluğun genel nedeni bizlerin günahlarıdır” diye buyurdu.

Bugün birçok bakanlık içerisinde ve orduda makam sahibi, geniş ticaret ağına sahip ve devasa mal varlığı olan bu cemaatin böyle bir açıklama yapması şaşırtıcı değildir.

Tıpkı “şahsının” Soma Katliamı’nda yaşamını kaybeden üç yüz bir madencinin ardından “o mesleğin fıtratında ölüm var” demesinin şaşırtıcı olmadığı gibi…

Tıpkı Diyanetin hayat pahalılığı karşısında “fiyatları tayin eden Allah’tır” açıklamasını yapmasının şaşırtmadığı gibi…

Evet, şaşılacak bir şey yok belki bu açıklamalarda ama çok çarpıcı bir şey var. Çarpıcı olan günahın ya da kötülüğün çerçevesi tanımlanırken konulan ölçüdür. O ölçüyü belirleyen ise günahın muhataplarının sınıfsal konumlarıdır.

İsyan etmemesi gereken, zor durumda olan, kirasını ve faturalarını ödeyemeyen, ailesi dağılan, evine ekmek götüremeyen, işsizlikten kıvranan, yaşamını emek gücünü satarak geçinen emekçilerdir, yoksullardır. Bu mülkiyet ve üretim ilişkileri içerisinde, bu toplumsal eşitsizlik ortamında günaha girme, “kötülük yapma” ve isyan etme potansiyeli olan toplumsal kesimler alın teriyle yaşayan ya da işsiz kalmış milyonlardır. O nedenle madende ölünce kader, isyan edince günah oluyor. 

Bütün dinler insanları manevi olarak Tanrı önünde eşitlediler. Manevi eşitlemenin nedeni maddi eşitsizlik karşısında; toplumun ezilen, eşitsizlikten mağdur olan kesimlerinin “rızasını” almaktı. Maddi eşitsizliğin ve toplumsal çelişkilerin siyasal sonucu olarak oluşan devlet, aynı zamanda manevi eşitliği propaganda ederek var oldu. İşte dinin ideolojileşmesi de tam olarak budur.

İktidar sahipleri ve cemaatin önde gelenleri milyonlarca dolarlık servetlerin üzerinde otururken, emekçilere ve yoksullara “isyan günahtır” demek ideolojiktir. Egemen sınıflar dini toplumsal bir tutkal olarak değerlendirirken, maddi eşitsizliklere ve toplumsal çelişkilere karşı hep toplumun “manevi eşitliğini”, bir diğer ifadeyle toplumun “Tanrı karşısındaki eşitliğini” propaganda etmek ideolojiktir. Bugün olan da meselenin ideolojik güncellenmesinden başka bir şey değildir.

Son tahlilde; Tanrı ve emirleri yoksulların inanması için vardır, yani meselenin pratik toplumsal sonuçları bundan ibarettir. İbadet de yasak da en büyük günah ilan edilen isyan da yoksullar için vardır. Dünyevi olana gözünü kapatmak zorunda kalan da şükür demekten başka çare bırakılmayan da yoksullardır.

Dün yoksul sınıflar içinden peygamber çıkmadığı gibi bugün de özel mülkiyetle ve sömürü düzeniyle sorunu olan tek bir cemaat yoktur. Kendini gerçekleştirmiş, iktidar olmuş dinin ya da cemaatin yöneticileri hep mülk sahibi sınıflardan olmuştur. İstisnası yoktur. Din için sadece Tanrı değil, devlet de mülkiyet de kutsaldır.

Din bir ideoloji olarak hâlâ; her gün, mevcut sömürü düzenini sürdürmek ve egemen sınıflarca varlığını tahkim etmek, egemenlik/iktidar aracı olma niteliğini korumak için kendini farklı yöntem ve araçlarla yeniden üretiyor.

Bu ideolojik baskılamanın ne zamana kadar devam edeceğini, ne zamana kadar etkili olacağını bu ülkeyi ve dünyayı her gün elleriyle yeniden kuran “günahkarların” büyük isyan hareketleri belirleyecektir.


[1] Faust, Johann Wolfgang Goethe, sy.45, Ç:A. Erkin Köylügil, İlgi Kültür Sanat, 2.Basım, 2021, İstanbul.

[2] Mukaddime, Cilt-1, İbni Haldun, sy.318, Ç: Turan Dursun, Kaynak Yayınları, 2. Basım, 2013, İstanbul.

[3] ,327.

[4] Üç Dinin Tarihi, Mehmet Bayraktar, sy.487, Say yayınları, 3.Baskı, 2020, İstanbul.

[5] https://islamansiklopedisi.org.tr/bagy

[6] İtiraflar, St. Augustinus, Ç: Çiğdem Dürüşken, sy.272, Alfa yayınları, 2. Basım, 2019, İstanbul.

DAHA FAZLA