Bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız var mı?

Bir toplumsal sözleşmeye ihtiyacımız var mı?

Modern toplumlar, ilkel toplumlara kıyasla çok daha ayrıntılı ve çeşitli mübadelelere sahne olmasına karşın, basit anlamıyla karşılıklılık, toplum yaşamının devamı için sabit bir belirleyen olarak durmaktadır.

Tayfun Sarsılmaz

Geçtiğimiz ay, sosyalist bir anayasa taslağına olan ihtiyacı İleri Haber sütunlarında yazmaya çalışmıştım. O yazının bir devamı niteliğinde, kendime yönelttiğim bir soruyu açıklığa kavuşturmak için bu yazıyı yazma ihtiyacı duydum. Yazıda Millet İttifakı bileşenleri tarafından açıklanan “Mutabakat Metni”ne karşılık, o mutabakat metninde temsil edilemeyen bütün kesimlerin oluşturacağı bir demokrasi blokunun yapması gereken anayasa tartışmasından bahsetmiştim. Başlıktaki soruya cevap vererek başlayalım o halde: Hayır, yok. Sosyalist bir anayasanın toplumsal sözleşme kavramıyla açıklanması gerek teorik gerek stratejik olarak mümkün değil.

Toplumsal sözleşme kavramı esasen 16. yüzyılda yaşamış Cizvit rahip ve filozof Francisco Suarez’in kuramına dayanır. Suarez’in görüşüne göre Tanrı, halka siyasi bir corpus[i] kurma görevi verir. Halk da egemene bu görevi yerine getirmek üzere sosyal sözleşme çerçevesinde görev ve yetki devri yapar. Teolojiden doğan sözleşmeci bu temel, Aydınlanma tarafından ilahi motifler silinip tamamen laikleştirilerek sahiplenilmiştir. Günümüzde de pek çok siyasetçinin kullandığı kuram aslında en azından 450 yıllık bir geçmişe sahiptir. Ancak çoğu zaman, toplumun farklı kesimlerinin uzlaşmasını simgelediği düşüncesiyle yanlış anlaşılır ve sosyalistler tarafından dahi zaman zaman yanlış kullanılır. Bu aslında siyaset tarihi anlatısındaki liberal hegemonyayı gözler önüne sermektedir. Öyle ki, kendisini devletin ve her türden siyasi iktidarın karşısında konumlayan bir ideolojinin taraftarları dahi kendilerini liberal devletin kuruluşunu simgeleyen bir kavramla açıklama ihtiyacı duyar. İşte geçen yazıda bahsettiğim sembolik iktidar tam olarak buna tekabül ediyor. Bu yazı ile kafalardaki bazı soru işaretlerini gidermekle birlikte esasen kafalarda yeni sorular bırakmayı umuyorum.

Toplumsal sözleşme kavramı, esasen iradeci-rızacı sözleşme kuramının bir parçası olup sözleşmenin taraflarını oluşturan bireylerin/grupların/yapıların birbirinin dengi ve eşiti olduğunu iddia eder. Oysa taraflardan biri egemen, yani devlet, karşısındaki ise halktır. Dolayısıyla toplumun emekçi kesimleri arasında sağlanacak mutabakatı toplumsal sözleşmeolarak isimlendirmek başta teorik bir hataya işaret etmektedir. Marksizm, -en kaba ifadeyle-devleti egemen sınıfların baskı aracı olarak görür. Oysa toplumsal sözleşme teorisi, devlet ile halkın arasında eşit bir zeminde müzakere imkanı varmış gibi göstererek iktidar ilişkilerini görünmez hale getirir. Buradaki eşitlik illüzyonu, daha sonra Fransız Devrimi’nin simgesi olan “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganına ilham olur ki bu da burjuva insan hakları kuramında kendini bulan kanun önündeki eşitliktir. Sınıflı ve eşitsiz bir toplumda kanun önünde eşitlik olarak sınırlanmış eşitlik, pratikte hiçbir anlam ifade etmemektedir.

Sözleşme kavramının eleştirilebilecek bir başka yanı, toplumsal sorunların tartışılması sırasında sorunların toplumsal olandan çıkarılıp bireysel olana indirgenmesine sebep olmasıdır. Bu noktada liberal entelijensiya tarafından genel olarak Locke’un teorisine atıf verilse de aslında kuram biraz daha eskiden, Hobbes’tan kök alır. Hobbes’un teorisi, Leviathan ile cisimleşmiş olan, akıllardaki korkutucu imgesine rağmen aslında toplumsal sözleşmeci kuramın özgürlükçü yanlarını da ortaya çıkartır. Çünkü Hobbes’a göre, toplumsal sözleşmenin tarafı olacak birey, ancak açık rıza gösterdiği durumda toplumsal sözleşme kapsamındaki yükümlülüklerinden sorumlu olacaktır. Oysa Locke ve ardından gelen liberal düşünürler, pratikte bütün uyruktan açık rıza almanın imkansız olması nedeniyle örtülü rızanın toplumsal sözleşmenin tarafı olmak için yeterli olduğunu savunur. Bu düşünce ile, bir toprak parçasında yaşamaya karar vermek, oradan göç etmemek, mülk (toprak) sahibi olmak dahi oranın toplumsal sözleşmesine örtülü bir rıza gösterildiğinin göstergesi ilan edilir ve egemenin kurallarına uyma zorunluluğu böylece meşrulaştırılır. Kaldı ki, akılda tutmak gereken bir başka husus, toplumsal sözleşmecilerin, genel oy mücadelesinin emekçiler tarafından kazanılmasına kadar onları siyasal özne olarak dahi görmediğidir. Toprağı olmayan köylüler ve işçiler seçme ve seçilme hakkına sahip olamadığı müddetçe toplumsal sözleşme kapsamında sadece egemenlerin buyurdukları oranınca yükümlülüklere ve yine egemenlerin lütfettikleri oranda haklara sahip olabileceklerdir. Sözleşme kuramının, egemenle uyruk arasındaki ilişkiyi eşitler arasındaki bireysel bir anlaşmayla simgelemesi, tam da bu yöntemle bütün iktidar ilişkilerini ve dolayısıyla sömürü ilişkilerini gizleyen bir perde işlevi görmesini sağlar.

Sözleşmeci kuramın kurnaz bir şekilde ikna edici bir tarafı olduğunu da söylememiz gerekir. O da hem günümüz toplumunda gözlemlenen, kabaca “al-ver” ilişkisi olarak niteleyebileceğimiz ilişkileri ebediymişçesine yansıtabilmesi hem de gerçekten toplum hayatının temelinde yer alan karşılıklılık temelli mübadele ilişkilerinin tam karşılığı kılığına girebilmesidir. Modern antropolojinin en büyük isimlerinden Levi-Strauss, ilkel toplumlardan başlayarak bütün toplumların, toplumsal yapıyı iletişim ile kurduğunu iddia eder. Toplum içinde ve toplumlar arasında gerçekleşen iletişim obje, fonem ve cinselliğin (yani aslında o dönemde bir mübadele aracı olarak görülen kadının) mübadelesine sahne olur. İlki ile iktisadi yapı, ikincisi ile dil, üçünsüyle ise hısımlık sistemleri kurulur.[ii] Dolayısıyla mübadele deyince doğrudan kapitalist bir rejim anlamamak gerekir, çünkü ilkel toplumlarda metalaşma yoktur. Her şey ihtiyaç olduğu için ve ihtiyaç olduğu ölçüde mübadele edilir.

Modern toplumlar, ilkel toplumlara kıyasla çok daha ayrıntılı ve çeşitli mübadelelere sahne olmasına karşın, basit anlamıyla karşılıklılık, toplum yaşamının devamı için sabit bir belirleyen olarak durmaktadır. Ancak karşılıklılıkla sözleşme arasında önemli bir farklılık vardır: Sözleşme, taraflara karşılıklı olarak haklar ve yükümlülükler yükler. Yükümlülüklerin gerçekleştirilmesi ve hakların korunması ihtiyacı, bunun gerçekleşmesinin garanti edilmesini, dolayısıyla yükümlülüklerin icra edilmesini, yükümlülüklerini icra etmeyenlerin cezalandırılmasını sağlamak için gittikçe merkezileşecek bir siyasi iktidarı kaçınılmaz olarak göreve çağırır. Oysa karşılıklılığın esas unsurları sözleşmenin aksine hak ve yükümlülükler değil beklenti ve güvendir.

Şöyle anlatalım. Öncelikle, karşılıklılık, toplumsal sözleşmenin aksine egemenle yurttaş arasında değil, toplumu oluşturan yurttaşlar arasında gerçekleşir. Dolayısıyla toplumsal sözleşme kavramının kullanılmasının yol açtığı teorik hataya karşılıklılık söz konusu olunca düşülmez. Karşılıklılık, genel anlamda üç şekilde karşımıza çıkabilir. İlki genelleştirilmiş karşılıklılıktır ki ilkel toplumlarda en yaygın olarak gözlemlenen ve kendini özellikle hediyeleşme geleneğinde gösteren bir mübadele biçimidir. Hediyeleşme geleneğinde, toplumu oluşturan bireyler dönemsel olarak birbirlerine hediyeler sunarak saygınlık kazanmaya çalışırlar. Hediyeleşme bir saygınlık göstergesi olmakla birlikte aynı zamanda bir dayanışma pratiğidir.  Buna karşılık, hediye vermeyen topluluk üyeleri için bir yaptırım öngörülmez, hediye vermeyen kişi toplum düşmanı ilan edilmez ya da suçlanmaz, bunu ilan edecek merkezileşmiş bir siyasi mekanizma güçlenme imkanı bulamaz. Bollukta olanın elindekini paylaştığı, belki de her an yokluğa düşebileceği düşüncesiyle toplumsal dayanışmayı tahkim ettiği, tam bir “herkesten yeteneğine göre, herkesin ihtiyacına göre” mantığının gözlemlenebileceği komünal toplum örneği sunar. Genelleştirilmiş karşılıklılık pratiklerinin yaygın olduğu coğrafyalarda topluluk içi süreklilik kazanmış iktidar mekanizmaları ve topluluklar arası savaşlar çok daha seyrek görülür. Kavram antropoloji kökenli olduğu için örnekleri ilkel toplumdan versek dahi modern toplumlarda da genelleştirilmiş karşılıklılık pratiklerine, özellikle aile-arkadaş grupları gibi yakın çevrelerde, dayanışma ağları içerisinde sıkça rastlanmaktadır. İkinci karşılıklılık türü dengelenmiş karşılıklılıktır. Dengelenmiş karşılıklılık, her ne kadar sözleşme mantığına yakınsayarak karşılıklı edimler ile alışveriş edilmesini öngören topluluklar arası bir iktisadi yapıyı ortaya koysa dahi, bunu sözleşmeden ayıran şey edimlerin iktisadi bir anlam içermekle birlikte meta statüsünde olmamalarıdır. Çünkü artı üründen kar edilmesi değil, karşılıklı ihtiyaçların karşılanması aranır. Üçüncü karşılıklılık türü olan negatif karşılıklılık ise yukarıdaki iki türün bir taraf nezdinde zarar doğurması halinde yine o tarafın zararını gidermek üzere attığı adımları belirtir.

Bahsettiklerimizi modern topluma uyarladığımızda, arasında iktisadi bir çıkar ilişkisi değil karşılıklı dayanışma ilişkisi kuracak olan yurttaşların aralarındaki ilişkiye sözleşmesel ilişki olarak yaklaşmanın baştan hatalı bir tutum olduğunu belirtmek gerekir. Bu nedenle sosyalist bir anayasa tartışması bir toplumsal sözleşme önerisi değil, parçalanmakta olan toplumu yeniden kuracak bir dayanışma metnine dair olmalıdır. Burada toplumdan kastım elbette egemen sınıfları dışarıda bırakan bir halk projesidir. Modern anlamda siyasi iktidarın ortadan kalkacağı bir toplum ideali, o yapıları yeniden üretecek eşitsizlikleri gizleyecek bir kavramsallaştırma ile değil, ancak kurumsallaşmış ve merkezileşmiş bir siyasi iktidarın oluşmasını engelleyecek kurumların, geleneğin ve dayanışmanın inşasıyla mümkün olabilir.

Bütün söylenenler bir arada değerlendirilince sosyalist bir anayasa taslağının bir toplumsal sözleşme olarak değerlendirilmemesi gerekiyor. Küresel kapitalizmin emekçilere karşı giderek acımasızlaştığı ve saldırganlaştığı koşullarda emekçilerin, otoriter sağ popülizmler ile rehabilitasyoncu merkez sağ seçeneklerin önerdikleri arasında sıkışmasına izin vermemek, sosyalist bir alternatifi var edebilmek gerekiyor. Bu amaçla başlatmak istediğim sosyalist anayasa tartışmasına, özellikle son yazının ardından aradan geçen bir aylık süreçte yapılan Seçim Kanunu değişikliğiyle ihtiyacın çok daha fazla arttığına inanıyorum. HDP’nin hala devam etmekte olan kapatma davası da göz önünde bulundurulursa, Türkiye’yi iki bloklu bir parti sistemine mahkum etmek isteyen, zenginlerin siyasetini izleyen siyasi anlayışların karşısına solun, her geçen gün yoksullaşan emekçilerin dayanışmasını simgeleyen bir alternatif çıkarmaktan başka çaresi yok. Geçen yazının son kısmında belirttiğim gibi, tam da bu ihtiyacı karşılamak için hukuk ve anayasa çalışmaları, düzenin kıyısında duran mücadelenin düzen dışına taşındığındaki meşruiyetini sağlayacak, kazanımların garantörü olacak ve sosyalizmin gerçekliğini inşa edecek bir işlev görecektir. Türkiye İşçi Partisi’nin dillendirdiği “Kurtuluş ve Kuruluş” paradigmasının kuruluş ayağını anlamlı kılacak şey, kuruluşu simgeleyecek olan anayasanın her şeyden önce emekçilerin dayanışmasının bir ürünü ve timsali olması olacaktır.


 

[i] Esasen Latince’de gövde anlamına gelmektedir. Ancak buradaki kullanımı, İsa’nın bedenine atıf vererek bütün olarak Bir’i anlatır.

[ii] Özcan, M. T., İlkel Toplumlarda Toplumsal Kontrol Hukuk Dışı Mekanizmalar ve İlkel Hukuk, Onikilevha Yayıncılık, İstanbul, 2019.

 

 

DAHA FAZLA