Yeni bir toplum sözleşmesi yazılıyor

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi kendine özgü bir toplum sözleşmesini de içeriyordu; bir devrimle kurulmuş her devlet ve böylece oluşan her toplum gibi. 

Sınıfsal çelişkiler devam ettiği sürece toplumun tamamının gönüllü olarak benimseyeceği, herkesi memnun eden bir sözleşme yapmanın olanağı yoktur. İster istemez bazı kesimler sözleşmenin dışında veya kenarında kalacak, asli unsuru olamayacaktır. Ama sürdürülebilir bir rejim kuran, yani sürdürülebilir bir toplum sözleşmesi oluşturan sistemlerde, toplumun çoğunluğu farklı oranlarda da olsa sistemin nimetlerinden nasipleniyor demektir. Tabii bu sözleşme bir kere oluşturulup hep aynı kalacak değildir; sınıf mücadelesi süreci içinde daralıp genişleyebilir, içeriği zenginleşebilir, ama sistem sürdükçe temel nitelikleri aynı kalır. 

Türkiye Cumhuriyeti, bir kurtuluş savaşı vererek parçalanmış bir imparatorluktan nispeten büyük ölçekli bir ülke çıkaran son derece prestijli bir kadro tarafından (Kemalistler) kuruldu. Kuruluş yılları diyebileceğimiz ilk 8-10 sene içinde çeşitli tartışmalar ve mücadelelerden geçerek yeni bir toplum sözleşmesinde karar kılındı. Köşe yazısı sınırlarını aşmamayı gözeterek çok kabaca ifade edersek bu sözleşmenin ana hatları şunlardı: 

- Himaye, manda veya herhangi bir dış tahakküm reddedilecek; TC bağımsız bir devlet olacaktır. 

- Monarşi yıkılacak, hanedanlık ortadan kaldırılacak; Türkiye, cumhuriyet rejimi ile yönetilecektir. 

- Hilafet ortadan kaldırılacak, TC laik bir devlet olacak, çağdaş uygarlık seviyesi ve modern bir toplum hedeflenecektir. En hakiki yol gösterici bilimdir. 

- TC bir ulus-devlet olacaktır. Bu devleti kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir. 

- En başta devlet eliyle milli burjuvazi yaratılacak, bağımsız bir kapitalist yol izlenecektir. 

Genç Cumhuriyetin yöneticileri bu sözleşmeyi “6 Ok” ile formüle etmişlerdi: Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik, Laiklik, Devletçilik, İnkılâpçılık. Görüldüğü gibi Kemalistler, özellikle “halkçılık” ve “devletçilik” formüllerinde yansıdığı gibi Sovyet Devriminden de etkilenmelerine karşın esas olarak Fransız Devrimi yolunu benimsemişlerdi. 

Dönemin dünya ve ülke koşullarında sürdürülebilirlik potansiyeli daha geniş bir toplum sözleşmesi oluşturulabilir miydi; bu ayrı bir tartışma konusu. Fakat yıktığı rejime göre çok daha ileri bir düzeyi temsil ettiği için toplumun çoğunluğu tarafından benimsendi ve eski rejimin itirazları bastırıldı; kısacası bu sözleşme uzun bir süre iş gördü. 

Belki daha genişi olanaksızdı, belki iş gördü, ama bu sözleşmenin sürdürülebilirliği kendi içinde taşıdığı çelişkiler dolayısıyla ciddi biçimde sınırlıydı. Türkiye Cumhuriyetinin bundan sonraki tarihi, -dünya ve ülke koşullarındaki değişimlerden de etkilenerek- bu sınırlılıkların giderek kendini hissettirdiği, dolayısıyla sözleşmenin de giderek daraldığı ve sonuçta sürdürülebilirliğini yitirdiği bir süreç olarak okunabilir. 

Emperyalizm çağında ezilen bir ülkede, yüz yıl öncesinin Avrupa’sında üretilmiş olan bir modelin, Fransız Devrimi yolunun geçerli olamayacağı üzerine çok yazdık; tekrar etmeyelim. 

20. yüzyıl Türkiye’sinde, feodalizmi köklü bir biçimde tasfiye edecek, milli bir kapitalizmi geliştirecek, çeşitli milliyetleri gönüllülüğe dayalı bir üst-ulus potasında eritebilecek devrimci bir burjuvazi yoktu. Farklı bir yolun maddi temelini oluşturabilecek emekçi sınıflar ve temsilcileri ise zayıf kaldılar veya güçlenme eğilimi gösterdiklerinde acımasızca ezildiler. 

Sonuçta olan Türkiye’ye oldu ve genç Cumhuriyetin toplum sözleşmesi törpülene törpülene ortadan kalktı. 12 Eylül’den günümüze kadarki 35 sene, bu sözleşmenin yıkılış sürecidir. 

***

Günümüzde Türkiye bir toplum sözleşmesinden yoksundur. İçinde bulunduğumuz rejim krizi ve kaotik durumun kaynağı budur. Bugün Türkiye “yıkıcılar” (AKP ve bir açıdan PKK) tarafından yönetiliyor. Bu yıkıcıların yeni bir toplum sözleşmesi yapabilme potansiyelleri olduğunu düşünmüyorum. Toplumun yarısından fazlasının nefret ettiği ve en az yüzde 80’ini tedirgin eden AKP bu şansı tamamen yitirdi. Kürt hareketinin de yeni bir sözleşmenin başat unsuru olma şansı bulunmuyor; böyle bir sürecin yapıcı bileşenlerinden biri olabilir mi, bu da çok tartışmalı. 

Liberaller ve liberal solcular, AKP önderliğinde, “Liberal-Muhafazakâr Sentez” diye adlandırılan yeni bir toplum sözleşmesinin oluşturulabileceği hayalini kurdular. Türkiye’nin dinamikleri bu hayali birkaç yıl içinde kustu (Haziran Ayaklanması bunun en büyük kanıtı). 

Ulusal solcular, eski sözleşmenin yeniden hayata sokulabileceği hayalini kuruyorlar; yanılıyorlar. Olağanüstü prestijli önderliğine karşın 20. yüzyılda dahi sınırlı kalmış bir modelin 21. yüzyılda başarılı olma olasılığı sıfıra yakın. 

Bazı sosyalistler ise Kürt hareketinin yeni bir toplum sözleşmesinin motoru olabileceği hayalini kurdular ve hâlâ kuruyorlar. Fakat Kürt hareketinin Türkiye toplumunun tümünü kapsayacak yeni bir toplum sözleşmesi oluşturma şansının, “Liberal-Muhafazakâr Sentez” veya “Yeniden Genç Cumhuriyet” modellerinkinden bile daha az olduğunu, böyle bir zorlamanın ülkeyi ister istemez bir iç savaşa sürükleyebileceğini ve bundan da en fazla Kürtlerin zarar göreceğini düşünüyorum. 

Kürt vatandaşları yeni bir toplum sözleşmesinin içine çekmenin yolunun Kürt hareketinin kuyruğuna takılmaktan değil, Kürtlerin de katılabileceği Türkiye çapında yeni bir toplum sözleşmesi odağının yaratılmasından geçtiğini söylüyoruz. Bunu söylediğimizde iktidar perspektifini kaybetmiş kuyrukçu solcular ve iflah olmaz Kürt milliyetçileri tarafından Kürt düşmanı olmakla suçlanıyoruz. Aslında tam tersidir ve bunun Kürt hareketinin soruna Türkiye çapında halkçı bir çözüm arayan unsurları tarafından da kavranacağını umuyorum. 

***

Tabii ki yeni bir toplum sözleşmesi sınıf mücadelesi pratiği içinde şekillenecektir. Ama bugünden de bazı saptamalarda bulunabiliriz. 

- Yeni toplum sözleşmesi, genç Cumhuriyetin ileri atılımının ifadesi olan bağımsızlık, cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik gibi kazanımlarına sahip çıkmalıdır. Toplumlar taş üstüne taş koyarak ilerlerler. Bu noktada verilecek herhangi bir taviz veya kafa karışıklığı, bizi yeni bir sözleşmenin bileşeni olmaktan çıkarır ve direkt olarak “yıkıcıların” safına götürür. 

- Kürt sorunu, genç cumhuriyetin toplum sözleşmesinin zayıf halkalarından biriydi. Yeni sözleşmenin olmazsa olmaz denklemlerinden biri Türk+Kürt’tür. Türk ve Kürt emekçilerinin, anti-emperyalizm ve laiklik temelinde, eşitlik, özgürlük ve birbirlerinin haklarına saygı perspektifiyle birliği yeni sözleşmenin çıkış noktası olmalıdır. Şu veya bu biçimde Kürt ulusunun varlığının inkâr edilmesi veya çözümün emperyalist politikalar çerçevesinde aranması yeni bir sözleşmenin çıkış noktası olamaz. 

- Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ağırlığını koyabilecek bir işçi sınıfı yoktu. Bugün ise yeni bir toplum sözleşmesinin maddi gücü olabilecek tek bir yapıcı sınıf gözüküyor: başta sanayi proletaryası olmak üzere emekçi sınıflar. Çeşitli seçenekler elene elene süreç bu yönde ilerliyor. Yeni bir toplum sözleşmesi bu kez kapitalizmi değil -çeşitli aşamalardan geçmesi gerekse de- sosyalizmi hedefleyerek oluşturulabilir ancak. 

Türkiye’nin keskin dönemeçlerle dolu gelişim sürecine kuşbakışı göz atarsak, yeni bir toplum sözleşmesinin kanla/canla yazılıyor olduğunu görebiliriz. Ne kadar bedel ödeyeceğiz, bilemiyorum. Ama çelişkiler o kadar keskinleşti ve çözüm kendini o kadar dayatıyor ki, bu toplum parçalanıp yok olmayacaksa eğer, yakın bir gelecekte çok daha köklü bir atılımı yaşayacaktır coğrafyamız. 

Şöyle veya böyle emeğin ve aydınlanmanın toplum sözleşmesini hayata geçireceğiz. Bu bizim kuşağın bir borcu, yeni kuşakların da umududur.  

Gelecek hiç bu kadar zorlu ama hiç bu kadar yakın olmamıştı…