Okumaya başladığınız türde yazılar genellikle uzaktan ahkam kestiği ve reel politikanın gerçek sorunlarından kopuk, yalnızca ilkesel bir zemine dayandığı iddiasıyla eleştirilir. Bu eleştiri nedeniyle çoğu zaman içerikteki sorulara yanıt verilmez veya eleştiriler dikkate alınmaz. Bu nedenle yazımda konuyu bu "eleştirinin eleştirisi"ne de yanıt vererek ele almaya çalışacağım.
Konumuz genelde Ortadoğu ve özelde Rojava'yı bekleyen tehlike ile ilgili sorular... Rojava'nın bölge halkları için ne kadar önemli bir kazanım olduğu, gericiliğin kol gezdiği bir coğrafyada ne kadar kritik bir mevziyi temsil ettiği tartışma götürmez. Bu kazanıma milliyetçi duygularla burun kıvıran veya verilen büyük mücadeleyi görmezden gelen bir yaklaşımın ilericilik iddiasının sahte olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Ve bizim de derdimiz tam da bölge halklarının mevzilerini ilerletmekten ve bunun bir parçası olarak Rojava'daki ilerici ve halkçı kazanıma dair kaygılardan kaynaklanmaktadır.
Endişe yaratan ve akla bir dizi soru getiren konular ise başka yerden kaynaklanıyor. İki gün önce Radikal gazetesinde Rojavalı bir dizi siyasetçiyle yapılan röportajda YPG sözcüsü Polat Can'ın söylediklerinde bu endişelerin kaynağını açıkça görmek mümkün. Kendisine sorular yöneltmeden önce konuşmasındaki kritik yerlere dikkat çekmek istiyorum.
YPG'yi temsil etme konusunda tam yetkili Can, ABD başkanı Obama'nın IŞİD'e karşı koalisyon kurma yönündeki adımının “bölgedeki bütün halklar” için olumlu sonuçlar getireceğine inandıklarını söylüyor. Can ayrıca uzun bir süredir Özgür Suriye Ordusu'nun (ÖSO) bazı unsurlarıyla birlikte hareket ettiklerini, bu unsurlarla koalisyon kurduklarını ve bunu olumlu bir gelişme olarak gördüklerini söylüyor. Can bu konuda gelen tepkiler hakkında da konuşarak, YPG'nin ÖSO'nun içideki Tewhid gibi gruplarla işbirliği yapması konusunda Tewhid'in aslında "ılımlı" bir grup olduğunu öne sürüyor ve "radikal, demokrasi karşıtı gruplarla asla işbirliği yapmayız" diyor.
Her şeyden önce Can'ın Tewhid ile ilgili sözleri gerçeği yansıtmıyor. Suriye'deki önemli cihatçı terör gruplarından biri olan Tewhid aynı zamanda Suriye İslami Kurtuluş Cephesi'nin de bir bileşeni ve Halep'te yapılan katliamların ve yağmaların en önemli sorumlusu. Ayrıca bugün karşı karşıya gelmiş olsalar da, Tewhid yakın geçmişe kadar IŞİD ile yakın ilişkilere sahip olan ve zaman zaman da IŞİD'in saldırılarını desteklemiş bir örgüt. Ancak şimdi Batılı kaynaklarca bir şekilde "ılımlı" rolüne sokulmuş durumda. Sonuç olarak YPG-ÖSO ittifakının yalnızca "ılımlı" unsurlarla yapılmış bir ittifak olduğu doğru bir değerlendirme değil.
Can'ın bu ittifak bağlamıda Suriye devletiyle ilgili sözleri de son derece net: "Amacımız zaten aynı, faşist Baas rejimine, IŞİD ve El Kaide’ye bağlı diğer gruplara karşı savaşıyoruz". Can, bazı bölgelerde Suriye devletine karşı kendileri kadar kimsenin savaşmadığını ve "IŞİD'e ve Suriye rejimi"ne karşı kurulacak koalisyonca yürütülecek bir savaşta en aktif gücün YPG olacağını söylüyor. Son değerlendirme IŞİD'e karşı kurulmakta olan koalisyonun gerçekte aslında Suriye'ye karşı kurulmakta olduğunun genel bir kabul gördüğünü de gösteriyor. Zaten IŞİD'e karşı mücadele konusunda başlayan röportaj ilerledikçe adeta IŞİD'den çok Baas iktidarının dert edildiği görülüyor.
Son olarak röportajdan çıkarılan bir sonuç da, YPG'nin diğer gruplara askeri eğitim vereceğini gösteriyor. Can, radikal gruplara Suudi Arabistan tarafından askeri eğitim verileceğini belirten bir soruya yanıt olarak, YPG'nin de ÖSO'ya bağlı bazı gruplara askeri eğitim vermeye hazır olduğunu söylüyor.
Şimdi sorulara geçebiliriz. Bu sorular bir anlamda Can'a yönelik alternatif bir röportaj olarak da düşünülebilir ve kendisi bu soruları bir şekilde yanıtlayabilirse gerçekten memnun olurdum.
1- YPG ve genel olarak Kürt hareketi, ABD'nin yıllarca bölgede "ılımlı" ve radikal cihatçı örgütleri desteklediğini ve kamuoyuna yansıyan bilgiler ışığında IŞİD'in ortaya çıkmasında da birinci dereceden sorumlu olduğunu düşünmüyor mu?
2- Bu kapsamda yıllarca radikal cihatçı örgütleri desteklemiş ABD'nin, bölgede gericiliği geriletebileceği, bu konuda ona güvenilebileceği düşünülüyor mu?
3- ABD gerçekten bütünüyle seküler veya “ılımlı” unsurlardan oluşan bir koalisyon bile oluştursaydı, emperyalistler ve işbirlikçilerle birlikte hareket etmek bölge halklarının çıkarına mıdır?
4- ABD'den dünyanın herhangi bir yerinde halklara kalıcı bir fayda gelmiş midir?
5- Baas iktidarı beğenilmeyebilir ve birçok yönden eleştirilebilir. Bununla birlikte Baas iktidarının faşist olduğu iddiası hangi dayanaklara ve kanıtlara sahiptir?
6- ÖSO ile yapılacak pragmatist işbirliğinin cihatçı terör gruplarına ve işbirlikçilere güç ve meşruiyet katacağı görülmüyor mu?
7- Bölgede kadınların en çok kazanıma sahip olduğu devletlerden biri olan ve Rojava ile birlikte önemli ilerici mevziler barından Suriye devletinin yıkılması durumunda Rojava'daki kazanımların da tehlikeye gireceği görülmüyor mu?
8- Baas'ın devrilmesi durumunda demokratik bir yönetimin kurulacağı düşünülüyor mu? Rejimin değişmesi durumda Suriye'nin Rojava dışındaki bölgelerinde cihatçı terör gruplarının egemen olacağı ve halk düşmanı uygulamaların hayata geçeceği görülmüyor mu?
Bu sorulara verilecek yanıtta aslında ABD'ye karşı olunduğu, bununla birlikte ABD'nin gücü ve etkisinden kaynaklı olarak reel politika gereği böyle davranıldığı söylenebilir. Ancak ABD'nin bölgede mutlak bir güç olduğu ve her istediğini yaptığı yönündeki düşünce son yıllarda geçersizleşmiştir. ABD İran'da ne rejimi değiştirebilmiş ne de nükleer araştırmaları durdurabilmiş, Irak'ta tercih etmediği hükümetlere razı olmak zorunda kalmış, Suriye'de Baas'ı devirememiş, Lübnan'da ise Hizbullah'ı etkisizleştirememişti. Bu nedenle ABD'nin çerçevesini çizdiği bir koalisyonda yer almanın gerekçesi olarak böyle bir reel politik zorunluluğun öne sürülemeyeceği bir dönemden geçiyoruz.
Bir diğer gerekçe ise pragmatizm olabilir. Sonuçta ABD IŞİD'e karşı savaşan bütün güçlere silah yardımı yapacağını açıkladı ve bu uygulamayı hayata geçirmeye başladı bile. Siyasetin silahla yapıldığı bir bölgede bu desteği edinmek için böyle davranıldığı düşünülebilir. Ancak açık ki böyle bir yola girildiğinde bunun sonu gelmeyecek ve bağımsız politika geliştirme yeteneği yitirilecektir.
Bu soruların ardından bir uyarıyla yazıyı bitirebiliriz. Suriye'ye yönelik saldırılar ilk yoğunlaştığında bu gündemin Irak'tan farklar barındıracağının altını çizmiştik. Irak örneğinde olduğu gibi Suriye'de de bir rejim değişikliği olması durumunda, bunu doğrudan veya dolaylı olarak destekleyen istisnasız her unsurun bölge halklarına ne kadar büyük bir ihanet içine gireceğinin altına çizmeye çalışmıştık. Böylesi bir ihanetin ardından bölgede halkçı ve ilerici bir kazanımın ayakta kalma ihtimali olmadığı gibi, herhangi bir kurtarılmış bölgenin böyle bir ihaneti mazur gösterme şansı da bulunmayacaktır. Kısacası tarih tekerrür etmeyecektir.