"Özeleştiri ögeleri"

Aman yanlış anlaşılmasın: Bunlar kişisel özeleştiri ögeleridir; aynı örgütte yer aldığımız başkaları “O öyle düşünmüş, konuşmuş, yazmış olabilir; ama biz hiçbir zaman bunlara itibar etmedik…” derse de kabulümüzdür.   

50 yılı aşkın süredir “okuyoruz.” 

Okuduklarımız, siyasal partilerin ve örgütlerin yanı sıra, bu ülkenin sosyalist insanlarının kendi adlarıyla ve “aydın kimlikleriyle” yazdıklarıdır.  Biz de bu sürecin iki taraflı parçasıyız:  Kısa denebilecek zorunlu bir ara dışında biz de 40 küsur yıldır okumanın dışında yazıyoruz da…

Bu yazıların önemli bir bölümünde “saf teori” sayılan meselelerin yanı sıra güncel durum değerlendirmeleri, özel kimi tespitler ve gelecek öngörüleri yer alır;  dönemlendirmelere, adlandırmalara ve kavramsallaştırmalara başvurulur.

Dediğimiz gibi bunu yapmış olan ve halen yapan sosyalist “bireyler” vardır; kimileri hep örgütlü olmuş, kimileri belirli örgütlere “yakın durmuş”, kimileri de  tamamen bağımsız kalmayı tercih etmiştir.

Konumu ne olursa olsun, sosyalist aydınların ya da öyle kabul edilenlerin kendi yazdıklarına ilişkin özeleştiri yapmaları ise pek sık görülen bir durum değildir. Oysa, korkulacak ya da kaygılanılacak bir durum olmaması gerekir. İster 40 yıl önce söylenmiş olsun ister henüz tazeliğini korusun, bir yazarın kendi yazarlık geçmişine eleştirel bir gözle bakabilmesi aydın olmanın gereklerinden biridir.

Ama sadece bu da değildir. İnsanın geçmişte söylediklerine eleştirel bir gözle bakması, pişmanlık hezeyanlarına ve günah çıkarma ritüellerine dönüşmediği, yanlışın kaynağına ışık tuttuğu ölçüde başkalarına da yarar sağlar, çeşitli dersler çıkarılmasına vesile olur…

Biz de buradan hareketle kendi yazarlık geçmişimize ilişkin kısa bir muhasebe yaptık. Kuşkusuz başkaları da olabilir ya da vardır; ama şimdilik görebildiğimiz “özeleştiri ögelerini” aşağıda özetliyoruz.

*** 

“Goşizm” meselesi: 1979 yılına kadar, mensup olduğumuz siyasal hat ve örgüt dışında kalan ve farklı stratejileri benimseyen eylemci kesimlere biz de “goşist” dedik. Oysa bu kesimlerin ne Lenin’in zamanında “çocukluk hastalığı” şeklinde tanımladığı eğilimlerle ne anarşizmle ne de Paris 68’inin kimi radikal unsurlarıyla yakınlığı vardı. “Bilim merkezleri” ve geleneksel KP’ler öyle diyor diye biz de dedik. 1979 yılında bu adlandırmadan vaz geçip söz konusu kesimlere “devrimci demokrat” demeye başladık. Gerçi aralarından “Keşke goşist demeye devam etseydiniz, goşizm devrimci demokrasiden daha soldadır” diyenler çıktı, ama olsun…

“Yurtseverlik” meselesi:  Yurtseverliğin milliyetçilikle özdeş olmadığı, milliyetçiliğin bir ideoloji, yurtseverliğin ise onunla da eklemlenmesi mümkün bir motif olduğu görüşünü bugün de sahipleniyoruz. Doğru çıkmayan, Türkiye’de yeni bir sol dalga yaratabilecek ögelerden birinin yurtseverlik olacağı ve sosyalizmin anti-emperyalist söylemlerinin yurtseverliği milliyetçiliğe yem etmeyeceği öngörüsüydü.  Gerçi henüz iş bitmemiştir; ama bir  motif olarak yurtseverliğin öngörülebilir gelecekte sosyalist  bir kabarmanın temel unsurlarından biri haline gelip sosyalizmle eklemlenme şansı görünmemektedir.

Kapitalizm dinci gericilikle bağdaşır mı? Özellikle AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte  yaptığımız değerlendirmelerde,  Türkiye’de dinci gericiliğin yükselmesinin ve yaygınlaşmasının kapitalizmin işleyişi ve mantığı ile çizilen sınırlara tabi olduğu görüşündeydik. Ne var ki bu sınırların düşünülenden çok daha geniş olduğu, tarihi boyunca her tür siyasal rejime ayak uydurabilen kapitalizm için “radikal İslam’ın” bir istisna oluşturmayacağı ortaya çıktı. Belki “indirgemecilik” yapmıştık; ama sanırız şu indirgemecilik sayılmaz: Örneğin Türkiye’de kadınların dışarda tamamen örtünmeleri  gibi bir uygulama getirilecek olsa kapitalizm “Nereye gidiyoruz?” diye sormak yerine tekstil sektöründeki yeni düzenlemelere odaklanır.     

Türkiye’nin AB üyeliği:  Özellikle 1990’ların ortasından 2000’lerin sonuna uzanan dönemde sol, Türkiye’nin AB üyeliği konusunu tartışırken iktidarlar ve medya tarafından yaratılan atmosferin fazlasıyla etkisinde kaldı. Öyle ki sanki Türkiye sahiden AB üyesi olacaktı ve bizim başlıca görevlerimizden biri de AB’nin ne menem bir şey olduğunu ortaya koymak olmalıydı… Biz de bu dalgaya kapıldık; oysa ne olacağı ve söylenecek şey o zamanlardan belliydi:  “Arkadaşlar, boşuna tartışıyoruz; Türkiye AB üyesi falan olamaz, almazlar…” Bu öngörü eksikliğini, AB savunucusu solcuların yaptıkları AB güzellemelerinin irrite edici özellikleri de mazur gösteremez.  

MHP’nin niteliği: 1990’lı yılların ortalarında, Türkiye’de esen liberalleşme rüzgarlarının ve yükselen “sivil toplum” söyleminin MHP’yi de kaçınılmaz olarak “yontacağını”  varsaydık. Gerçi hiçbir zaman İlhan Selçuk gibi yapmadık, Sovyetler Birliği’nin ortadan kalkmasının bu temelde yapılanan MHP’yi de başka yerlere çekeceğini söylemedik; ama esen rüzgarlar “eski” MHP’nin kimi özelliklerini (örneğin kamuculuk iddiası) gerçekten törpüleyip yok ederken, ülkedeki başka dinamiklerin, siyasal ve ideolojik planlarda otoriter-faşist eğilimleri beslemeye devam edeceğini yeterince göremedik.

Aşağı yukarı böyle…

***

Aman yanlış anlaşılmasın: Bunlar kişisel özeleştiri ögeleridir; aynı örgütte yer aldığımız başkaları “O öyle düşünmüş, konuşmuş, yazmış olabilir; ama biz hiçbir zaman bunlara itibar etmedik…” derse de kabulümüzdür.