Godot’u beklerken, gelmekte olan gerçekten geliyor mu?

Godot’u beklerken, ya neyi ve kendi geleceğimizi nasıl tayin edeceğimizin farkında olacağız ya da sürü güdüsüyle ehven-i şeri bulmaya çalışacağız.

Birçok olgu ve gelişimi anlamakta zorlanıyoruz.

Gündelik hayhuyun ve geçim derdinin peşine düşmüş halk sınıfları, var olan sosyo-politik, iktisadi, kültürel, askeri dönüşüm süreçlerinin iç dinamiklerini ve kendi öznel sınıfsal konumlarının ve davranış ögelerinin ne türden olduğunu anlamak ve nereye denk düştüğünü görebilmekten hayli uzaktalar.

Farkında olunan şey, hayatın eskisine göre çok daha zorlaştığı. 

Halk sınıfları, mutlaklaştırılan kapitalist düzenin hem dışına düşmeden ve hem de bu düzenin yarattığı eşitsizlikler içinde, hayatta kalabilmenin çaresi nasıl bulunur; büyük ölçüde bunun beklentisi içindeler.

Yazılan çizilenlere bakılırsa, şimdilik sırat köprüsünden bizleri geçirmeye namzet iki koçtan hangi birine umut bağlanacaktır; bunun bilinmezini yaşıyoruz. Halk sınıfları büyük ölçüde, bunun dayanılmaz hafifliğinin anaforunu, vakumunu yaşıyorlar; sanki hem çaresiz ve tereddüt içindeler hem de kurtuluş, “toplumsal kurtuluştadır” diyenleri uzaktan dinliyorlar.

Millet olarak büyük derdimiz, bir yandan “Cumhur ittifakı” ve diğer yandan dağıldı dağılacak gözüyle bakılan “Millet ittifakı” ikilemi içinde, neredeyse kötünün iyisi olarak neyin seçimini yapacağıza bitişiyor. İç politikanın başlıca gündemini, bu soruna veya soruya cevap arayışları oluşturuyor.

Aklı korumak: Neyin cevabını bulmalıyız?

Aklı korumanın belki de tek yolu, bildiğimiz kalıpların da dışında düşünebilmektir. Bir defa bu yakalandığında yani toplumsal bir “akıl isyanı”na erişildiğinde, kaleler yıkılır, engeller tarumar olur, sorular yanıt bulur ve dönüşüm-değişimin yolu ve önü açılır. 

Aklı korumak için gündelik örnek mi gerekli? 

Türkiye bir yandan uluslararası büyük ticaret geçiş yollarında yeni rollere soyunuyor. Ukrayna–Rusya savaşı bunun yeni bir örneğini oluşturuyor. Ukrayna’nın şimdiye değin uğradığı büyük yıkımdan sonra, daha savaş bitmeden ülke olarak bütün alt yapı ve üst yapı inşası için gerekenin, 128 milyar dolar olduğundan bahsediliyor. Buradan aslan payından hallice bir yekûnun, Türkiye’ye aktarımı üzerine senaryolar üretiliyor. Bir yandan da Ukrayna ve Rusya tahıllının dünya açlığına karşı, bu bölgelerden dünya ihracatına çıkarılmasında, Türkiye’nin oynadığı rol ve bu anlamda onun jeostratejik güçlenmesinin engellenebilmesi için, “NATO’nun güvenilmez müttefiki” olarak nitelendirilmesi ve bunun üzerine kurulan yeni kurmacaların tedavüle sokulması, halk yığınlarınca kenardan izleniyor.

Bu örnekten hareketle bu durumun nedenleri üzerinde düşünmeye başlarsak, arka planda yanıtlarını bulmamız gereken kimi sorular olmalıdır.

Haydi, aklı isyana teşvik için biraz bunların irdelenmesine bakalım.

Söz gelimi ve okuyanlara fazla alafranga gelebilecek öneriler olacaksa da “Kapitalizmin siyasal ve iktisadi bir sistem olarak ritim analizini” doğru okumadan ve anlamadan, yukarıda değinilen hususlar acaba anlaşılabilir mi?

Başka bir başlığı şöyle kuralım: 

Kapitalizmin devrevi ve kronik krizleri içinde ekseni belirleyen etmenlerin başında gelen “savaş ekonomi-politiği” nin ne olduğu üzerine düşünmezsek, bunu kavramazsak acaba dünya savaş güncelinin neleri getirip, götürdüğünü kavrayabilir miyiz? 

Yani kavramın nereye düştüğü anlaşılmazsa, uluslararası ticaret yolları ve bu hatlar üzerindeki doğal kaynak zenginliklerinin deşifresi yapılmazsa, geleceğe dair umut veya umutsuzlukların toplumsal yaşama nasıl yansıdığının farkına varılabilir mi?

Haydi, bir atış daha yapalım! 

Türkiye özelinde, sermaye hegemonyasının paradigmal yeniden tesisinde, “devlet projesi” olarak sunulan birçok politikanın, nasıl ulusal ölçekteki krizler yarattığının ne kadar farkındayız?

Bütün bunlar anlaşılmadan, gelecek Godot’un neye çare olacağını nasıl bilebileceğiz?

Bunların hepsine değinme, bu yazıya sığmayacak büyüklükte. Düşünülmezse, yazılmazsa ve tartışılmazsa Godot’u bekleme sendromu da “Bekledim de Gelmedin” şarkısına dönüşme eğiliminde…

Küçük bir anekdot…

Zamanlardan Kıbrıs Barış Harekâtı yani 1974 dolayımları…

Sampson darbesi ardından gündem karışıyor. Ecevit hükümeti, meseleye uluslararası bir çare arayışında, çeşitli girişimler başlatıyor. Bu arada, ulusal ölçekte temelleri önceden atılmış askeri bir hareketlilik ve hazırlıklar var.

Rum tarafı radyosu, sabah-akşam Türk tarafına yayınlar yapıyor. Amaç hem moral bozmak ve hem de hiçbir şey olmayacağına dair dayanaksız bir güven duygusunu da kendilerine aşılamak. Radyoda çalan şarkı Türkçe ve sözleri de “Bekledim de gelmedin” repliği ile açılıyor. 

Kıbrıs Türk tarafının da dünyaya sesini duyurma aracı Bayrak Radyosu. Rum ajitasyonuna yanıt, başka bir şarkıyla veriliyor. “Bir gece ansızın gelebilirim”.  

Yani dünya siyaset tarihine mal olan şarkı replikleri savaşının kısa tarihçesi budur. 

 Dönelim sorulara…

Demiştik ki kapitalizmin doğasına dair algı kapasitemizin sınırları hayli sınırlı. Bu sınırlara dair bir şeyler anlatılmaya çalışıldığında, kimi yazınlarda söz “De te fabula narratur” Latince bir cümle olarak başlıyor. 

Cümlenin özü “anlatılan senin hikâyendir” anlamına gelir. Karl Marks'la da bütünleşmiştir. Fakat tarihsel olarak ilk kez Horatius'la ünlenen bir sözdür: "Ne gülüyorsun? Anlattığım senin hikâyen" diye kullanılmıştır. 

Marks bu tümceyi birincil olarak  "sınıf mücadeleleri tarihi" nin bir yüklemi olarak kullanmıştır. Yani gündelik yaşamdaki ve toplumsal bağlamındaki bu dil ve anlatı yükleminin nereye düştüğünü bilmeden, neyi yaşadığımızı, neye aklımızı isyan ettireceğimizi de bilemeyiz. Öylesine sıradan yaşar gideriz.

Kendi için sınıf; kendinde sınıf…

Anlatılan benim hikâyemse, soru şudur: Ben neredeyim? Ben neyim?

Tarihsel materyalizm, toplumsal devinim diyalektiğinin gelişim tarihini anlatır. Avcı-toplayıcı ilkel komünal toplumdan, sınıflı toplumlara nasıl dönüştüğümüzün hikâyesi ancak bu bilimsel yöntemle anlaşılabilir. Köleciliğin ve feodalitenin mayası, yakın çağlar tarihinde devrimci bir sınıf olarak burjuvaziyi ve onun siyasi-iktisadi öznesi olarak da kapitalizmi yaratmıştır. Bu öğreti aynı zamanda insanlığın erişebileceği ütopya olarak da sosyalizm ve komünizmi vaz eder. Ütopyanın gerçekliğe dönüşümün ipucu olarak da sınıfların ortadan kalkacağı, iş bölümü içinde yetenek ve ihtiyaçlar oranında belirlenim sağlayacak bir toplumsal eşitlik vaz edilir. 

Sonuncusuna ilişkin bazı dünya denemeleri olmuşsa bile henüz böylesi bir kurtuluşa erişmenin aşamasına erişilememiştir.

Dünya üzerindeki siyasi ve iktisadi ana eksen, kapitalizm kurgusunu muhafaza etmekte ve sınıflı toplumsal bölük ve katmanlar hem diktatoryal bir arada ve hem de karşılıklı mücadele içinde, şimdilik yollarına devam etmektedir.

Kapitalizmin sınıf teması, düalist bir yapıdadır. Bir yanda, egemen iktidar bloğu olarak burjuvazi ve ortakları, öte yanda da emekçi halk sınıfları ve katmanları bulunur. Her ne kadar sınıfsal yapıların içeriği değişti dense de “esas özneler” tarihsel olarak aynıdır.

Sermaye birikiminin ve egemenliğinin temsili burjuvaziye aittir. Bu homojen bir sınıf yapısı değil, çok katmanlı bir öznedir. Kendi içindeki mücadeleler dâhil birleştirici amalgam, sınıf çıkarını galebe çaldıran sermaye birikim modelinin gelişimini ve devamlılığını sağlamaktır. Sermaye birikim modeli, sermayenin üretim araçlarının ve tümüne ilişkin teknoloji ve bilgisinin sahipliğini ve bunun iktidarı için de emekçi sınıflar üzerinden artık değer oluşturulmasını referans alır. 

Durum emekçi halk sınıfları için de benzerdir. Çekirdeğini köylülük ve işçiliğin proleter bileşiminden köken alan ve fakat günümüzün emek satıcıları olarak üretim zincirinde yer tutan farklı katmanların birlikteliğini simgelemektedir. 

Kendi durumumuza bakarak (sosyal yaşam paylaşımı içindeki sınıfsal yerimiz, gelir durumumuz, çalışma süreç ve akitlerindeki hak ve çıkarlarımız ya da bunlara dair mücadele zorunluluklarımız) hangi sınıfa ait olduğumuzun ayırdına varmamızı ancak mümkün kılar.

Bu türden sınıfsal yapı içinde olanlarımızın bilinç düzeyi olarak Marks’ın, Hegel’den ödünç aldığı “bilinç kavramını” yine o, ayakları üstüne oturtarak, “kendi için sınıf” bölüğünün karakteristiklerini tanımlamıştır. “Kendi için sınıf” olanlar, kendinin ne olduğunu, sınıfsal çıkarlarının ne olması veya nereye varması gerektiğini bilenlerdir. Onlar, bunun için mücadele ve örgütlenme düzeyine erişmiş olan bir bilinçlilik durumunu tanımlarlar.

“Kendinde sınıfın” yazgısı daha dramatik görünür. Yaşam koşulları ve gerçeği içinde bir sınıfa doğmuş ve onun hayatını sürdürürken, sınıf çıkarlarının farkında olmaksızın, bu öz değerleri için mücadele etmek yerine, başka sınıfın hizmetine boyun eğenler bölüğünü temsil ederler. Bu bölüktekilerin kimisinde gelişen her türlü farkındalık kıpırtıları da hizmetinde oldukların sınıfın zor gücü ile bastırılır. Bu hegemonya, yönlendirici ve sürdürücü bir hegemonyadır. Yani “diktatoryal” dir.

Sınıfın hegemonyasının varlığı ve yaygınlığında, ana güç motoru “devlet” denilen aygıtın kendisi temsil eder. Devletin “Üç Öğe Kuramı”na göre, onun üç unsuru olduğu kabul edilir. Bunlar ülke (coğrafya), millet (insan topluluğu) ve egemenliktir (sınıfsal iktidar). Yani devlet bu anlamı ile egemen sınıfın bir tür zor mekanizmasıdır. 

Bir devletin devlet sayılabilmesi için, birincil olarak sınırları uluslararası tanınırlığa sahip bir coğrafyaya sahip olmasını gerektirir. Bu coğrafya üzerinde yaşayan ve devletin adıyla anılan bir insan topluluğunun bulunması da ikincil gerekliliktir. Bu topluluğa ilişkin sosyo-kültürel (dil-inançlar, gelenek ve görenekler çeşitliliği) ve diğer simgesel belirteçlerin bulunması (bayrak, ulusal marş) egemenliğin göstergelerinden sayılır.

Devlet olarak nitelenen hegemonik zor mekanizması, kendi egemenliğini bir hukuk oluşturmaya dayandırır. Hukuk genel geçer tanımıyla bireyler arasında toplumsal uzlaşmayı sağlayacak yazılı kurallar bütünü olduğuna göre, hukukun oluşturulması ya da yasa yapıcılık ve bunun yürütülmesi, siyasal olarak, egemen sınıfın ve iktidar bloğunun tekelindedir. 

Yasama işlevinin günümüzdeki yaygın görüntü aygıtını, parlamentolar temsil etmektedir. Meclisler yasama görevini yapar ve egemen sınıfın vaz ettiği hukuksal çıkarların biçimlendirilmesinde asal bir rol oynarlar. 

Meclisler ya seçimlerle kurulur veya ihtilallerle değişime uğrayabilir. Seçimler mekanizması, demokratik mekanizma olarak sayılır. Demokratik yoldan, egemen sınıf iktidarlarının değişimi, hayli sancılıdır. Tarihsel olarak birkaç girişim örneği sayılabilir ise de iktidarı kaybetme eşiğine gelen sınıfın zoruyla ve askeri güçle bastırılarak dağıtılma örnekleri daha yaygındır. Demokratik yoldan egemen sınıf bloğunun değişimi için belki de Şili deneyimi, buna örnek olarak verilebilir. Allende’nin seçimle gelen sosyalist iktidarı, sermaye sınıfının hizmetkârı Pinochet faşizmi ile en kanlı biçimde bastırılmıştır. Türkiye yakın tarihine damga vuran 12 Mart ve 12 Eylül faşizan askeri darbeleri, devlet düzenin, toplumsal değişime karşı direncinin kanlı örnekleri arasındadır.  

Devletin yürütme işinde, hükümetler rol üstlenmiştir. Hükümetler yasalardan aldıkları güçle egemen sınıf(lar) çıkarlarının takipçiliği ve kollayıcılığı görevini sürdürürler. Günümüzün parlamentolarından ve iktidarlarından resimler de hangi sınıfın, devlet aygıtını ele geçirdiğinin görüntülerini bize yansıtır. 

Kendinde sınıf, bu türden bir sürgit in peşinde, katılımcılık ve uzlaşma rolüne rıza gösterirken, kendi için sınıf bilincinde olan toplumsal kesimler, kendi iktidarları için itirazın, mücadelenin ve örgütlenmenin sahipliğini yüklenirler.

İç ve dış kolluk kuvvetleri, kısaca askeri piramide işaret eder. Ordu ve kolluk kuvvetleri devletin içte ve dışta bekası için, siyasetin vereceği talimatlara göre en büyük silahlı zor aracı olma işlevini de görür. Savaş zamanı kullanılan veya barış zamanı bu görevler için istihdam edilen insan toplulukları, büyük ölçüde egemen iktidar bloğunun dışındaki sınıflardan toplanarak buraya konuşlandırılır. İktidar bloğu çoğu kez yönetir. Onun dışında kalan sınıf ahalisi de verilen göreve göre ya savaşır ya da ölür.

Derdim devlet teorisi üzerine ahkâm kesmek değil.

Amaç; devletin ve ülkenin yurttaşları olarak kendimizin nerede bulunduğuna dair bir ölçek sunmak. Buna işaret ederken, meselelere bakışımızın ve farkındalığımızın, içinde bulunduğumuz sınıf penceresinden olduğunu anlatmak.

Yani, kendi için sınıf ve kendinde sınıfın sadeleştirilmiş özeti, bana göre bundan ibarettir.

Biz bu ‘ibaretlik’ durumumuza göre içinde yaşadığımız kapitalist düzenin de ne olduğunu veya olmadığını, sınıfsal bilinç durumumuza göre algılarız veya algılayamayız.

Şimdilik bu yazdıklarım, başta sorduğum ve önem verdiğim soruların yanıtlarına bir giriş olsun.

Bu giriş penceresinden baktığımızda, örneğin, Cumhur İttifakı'nın yürürlüğe soktuğu ‘devlet projesi’ nin ne olduğunu anlamaktan hayli uzağız. Dolayısıyla uluslararası ticaret yollarında hareketliliğimizin ve stratejinin neler getirip, neler götürdüğünü de kavrayamaz durumdayız. Hele TL’nin, yabancı para birimlerine karşı çalkalandırılmasının nedensel tanımını hiç yapamaz durumdayız. 

Millet İttifakı'nın “fabrika ayarlarına dönüş” retoriğinin, kapitalizmin konjonktürel perspektifinde nerelere düştüğünü de kavramamız hayli sorunlu görünüyor. Örneğin fabrika ayarlarına dönüşün retoriği olarak, yeniden güçlendirilmiş parlamenter bir yönetim, yürütme sistemine dönüş, geniş halk kesimlerine demokratik ve hukuksal bir yapı kuruculuğu gibi aktarılırken, ABD emperyalizmi, Türkiye’de iktidar değişimini, muhalefeti destekleyerek gerçekleştirileceğini Başkan Biden’ın ağzından dillendiriyor. Buna, muhalefetten bir karşı tepki verildi de ben mi(?) duymadım; doğrusu bilemiyorum.

Godot’u beklerken, ya neyi ve kendi geleceğimizi nasıl tayin edeceğimizin farkında olacağız ya da sürü güdüsüyle ehven-i şeri bulmaya çalışacağız.

Şerlerin en kötüsünün, “ehven-i şer” olduğu da başka bir atalar sözü olarak hafızalara kazınmışken…

İleriki yazılarda diğer sorulara ilişkin durum saptamaları ve varsa yanıtlar üzerinde düşünmek üzerinde diyelim…