Şehrin aykırı, marjinal, garip ve hatta köhne mekânlarında biriken, yaşanmış ve yaşanmakta olan yoğun öyküler var. Bir hayli yoğun. Ağdalı ya da macunumsu bir kıvamları var sanki, külçe külçe yığılmış, tozlanmış ve küflenmiş biraz da... ve damardan tabii ki, hakiki.
Bu öykülerin izlerini ve kahramanlarını bulabileceğiniz mekânlar var: Semt meyhaneleri, semt birahaneleri, bazı mahalle kahveleri ve - arada kaynayıp gitmesin sakın - ganyan bayileri.
Kimi yazarların/anlatıcıların bu ortamlarla daha “içten” (içeriden ve samimi) bir ilişkileri var. Üstelik bu yakınlık, dışarıdan ve eleştirel olmalarına/bakmalarına da bir engel değil. İçerideyken dışında, dışarıdayken içinde. Akıl ve beden, gidip gidip gelmekte.
Evvelki hafta kaybettiğimiz değerli ağabeyimiz Veysel Atayman’ın bendeki imgesi (“Marksist imgelem”den gayrı) biraz böyle, bu mekânlarla, semtin nabzının bir başka türlü attığı yerlerle, meyhanelerle, ganyan bayileriyle iç içe.
Futbol kültürü yahut popüler kültürün başka unsurları da bu imgenin bir başka köşesinde. Popüler/bayağı diyip küçümsemeyen, kendi “yüksek kültürü”nden bakıp snopluk yapmayan, halkçı damara uzanan kılcallarda da ilerlemeyi deneyen, onu dönüştürme iradesini hiç kaybetmeden halkını, semtini, semtinin asi çocuklarını, marjinal ve acılı insanlarını vb. içten içe seven. Arada kaptırıverip giden...
Bir yönüyle Sait Faik’lerden, Orhan Kemal’lerden gelen bir miras bu. Hakiki anlatılara, yaşanmışlıklara, onların ağırlıklarına dayanıyor. Belli/ileri bir birikime yaslanan yazarlar, şehrin karmaşasının, tozu ve dumanının, nikotinin ve alkolün yoğunlaştığı, acıların külçelendiği bu ağır ortamlara dalıp çıkıyor, gözlemliyor ve yaşıyorlar. Akılları başka yöne gitse de gönül bağlarını koparmıyor, eğlencesini ıskalamıyorlar. Buralarda yitip gitmemek için de birikimlerine yaslanıyorlar; onu uygun ve içten bir dille, halkla paylaşabilmek için yanıp tutuşuyorlar.
Yaşanmışlığın yanında, ümitsizlik ve hatta “kaybetmişlik” de var mı bu ortamların içinde? Olmaz mı, var tabii. Kazanmak ne ki zaten bu hayatta? Kazananlar küplerini doldurmaktan başka ne halt yiyor ki bu pislik sistemde. “Kazanmak” gerçekten de nedir sahi? Altı atın ve içlerinden bir, iki eşşeğin art arda dizilişi!
Ata ümit bağlamanın saçmalığı ortada. Galoplarını (sabah erken saatlerdeki antrenman koşularını) izleyeceksiniz, orjininlerini (analarını, babalarını) bileceksiniz, jokeyini takip edeceksiniz, eşşek kardeşimiz kaç gündür koşmamış değerlendireceksiniz, handikaplarına bakacaksınız, hangi mesafelerde daha iyi araştıracaksınız, kumda nasıl, çimde nasıl ayrı ayrı inceleyeceksiniz, son koşulardaki performanslarını göz önüne alacaksınız, aralarından favorileri, plaseleri ve sürprizleri çıkaracaksınız ve voliyi vurmak/zengin olmak için illa ki Eşşeği bulacaksınız. Ölme eşşeğim, ölme! Yine de tüm bunları başarıyla yapar ve olur a, son ayakta da yatmazsanız, kıralsınız işte!
Beri yandan, ne yaparsanız yapın, sonuçta bütün bu üzerine hesaplar yaptığınız varlık, bir hayvan. Adlı adınca: AT. Nasıl güvenebilirsiniz ki? Favori bir tanesinin canı çekmez o gün koşmayı, hiç ihtimal verilmeyen bir tanesi yarış sırasında sağına soluna bakar, birden gaza geliverir onun yerine. İshal olmuştur bir başkası, strese girmiştir diğeri, şu olmuştur, bu olmuştur, beklendiği gibi koşmayıverir işte. Nereden bileceksiniz at dünyasında neler olup bittiğini? Hayvan bu sonuçta. En iyisi, tahmin yürütüp eğleneceksiniz. Özel jargonuna dalacaksınız ganyan dünyasının. Çok bir parayı riske etmeden, üç, beş liralık oynuyorsanız, “simitçi altılısı” diyeceksiniz. Sıraladıysanız bir sürü atı, bayıldıysanız paracıkları, “kalın kupon” yaptınız demektir. Baktınız at, bir süredir tepelerdeyken son yarışlarda çakılıvermiş birdenbire, “neden patates olmuş ki bu” diye araştırıvereceksiniz. Altılının ayaklarından günümüzün gözde jokeyleri Sadettin Boyraz ve Halis Karataş’a kadar uzanan bir torba laf daha... Uzatmadan, son düzlüğe girelim en iyisi.
Ata umut bağlamanın saçmalıkları ve uzayıp giden bir jargonun gülünçlükleri bir yana, hep zengin olma umutları diğer yana... Ganyan bayilerinin havasını iyi koklayacaksınız. Tabii dört bir yana sinmiş sigara kokusundan, bu kokunun mekânın doğal atmosferi haline gelmesinden fırsat bulup da nefes alabilirseniz sahiden!
Veysel Atayman, buralarda dolaşan biriydi sanki. Havayı iyi koklayan. Dumanı da içine çeken. Halkın eğlencelerinden, fakir fukaranın (boş da olsa) umutlarından, eski İstanbul beyefendileri ile lümpen gençlerin birlikte sevinip üzülebilmelerinden, buralardaki gizli kapaklı öykülerden etkilenen. Başka yazarlar da var öyle. Vecdi Çıracıoğlu mesela. Şairlere hiç girmeyelim. Çok var. Değerliler.
Bir başka vesileyle, herkes futbola küsüp dururken, “Halk eğlencesine, tribün kültürüne, oyuna küsmek olur mu” diye sormuştuk daha önce. Olmaz! Pek çok yönüne kızabiliriz elbette: lümpen kültürüne, erkek egemen hallerine, cinsiyetçi küfürlerine, sapıtmalarına, uyutmalarına, at gözlüklerine vb. vb. Kızar, eleştirir ve uzak dururuz gerektiğinde. Yine de bir şekilde içinde dururuz. Çelişkileri bilerek, yaşayarak, mesafeleri yeniden ayarlayarak, yaşanmışlıkları süzerek, dertleri dinleyerek, aşılması için çaba da sarf ederek... Uzar gider böyle...
Bitirelim. Son metrelerde dış kulvardan yaptığımız atağı boşa çıkarıp, öyle bitirelim. Bu kadarcık yazıp çizdiğimizden ve yazının başlığından hareketle, “Solun ganyan bayilerinde de örgütlenmesi lazım” sonucunu çıkaran varsa, ona da şimdiden kolaylıklar dileyelim. Geçmiş olsun bir de... galopları takip etmek, çok kolay değil öyle!