Canavarlar çağında kurucu siyaset

Artık olağan siyasal çalışmanın somut ve kalıcı mevzilere dönüştürülmesi sadece arzu edilir bir şey olmaktan çıkmış, şimdi ve yakın gelecekte sosyalist hareketin bir aktör olup olmayacağının ölçütü haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, eşiğinde olduğumuz sıçrama Türkiye’de sosyalizmin kitlesel bir temsil ve mücadele gücüne kavuşması ile ilgilidir.

Gramsci’nin “canavarlar çağı” sözlerinin son yıllarda sık sık alıntılanır olmasının bir gerekçesi var. Gerçekten de çağımız ve bu çağ içindeki coğrafyamız gün geçtikçe daha da kararan, ağırlaşan, balçıklaşan bir çukura sıkıştırılıyor. Durdurulmaz ve geri çevrilmezse sadece olağan siyasal ve toplumsal kazanımları değil, basbayağı temel insanlık değerlerini bile yok edebilecek bir süreç bu.

İçinde bulunduğumuz günlere kaba taslak bir bakış bile siyasal, toplumsal, ekonomik, ekolojik vb. boyutlarıyla bu denli ciddi bir sıkışmanın tam ortasında olduğumuzu gösteriyor. Üstelik bu sıkışma, sadece güncel sorunların aşılamaması biçiminde değil, geride kalmış (ya da geride kaldığı söylenmiş) sorunların da tüm ağırlığıyla şimdiki zamanın üzerine çökmesi biçiminde açığa çıkıyor.

Türkiye de bu tabloya bir istisna oluşturmuyor. Bir kriz yönetimi tarzı olarak şimdiye kadar her sorunun üzerinden atlayan, sürekli “geleceğe kaçan” Saray Rejimi, bir süredir üzerinden atlayamadığı sorunlarla boğuşuyor. Şiddetle, baskıyla, hukuksuzlukla, yalan ve iftira ile köşeyi dönmeyi alışkanlık haline getirmiş olan iktidar bloku, artık döndüğü her köşede çözülmemiş sorunlarından biriyle karşılaşıyor.

Türkiye, yıllar içinde biriken, biriktikçe keskinleşen, mevcut düzen biçimlenmesi içerisinde çözümü olanaksızlaşan, bu nedenle de yalnızca gözden ırak tutarak baş edilebilen sorunların düğümlendiği bir kritik evreden geçiyor. Üzerinden atlanamıyor, yeni düğümler atılamıyor, göz önünden kaldırılamıyor; tabii ki şimdilik…

Şimdilik, çünkü hiçbir sıkışma evresi sonsuza kadar sürmez. Genel olarak kapitalist sistemin, özel olarak da bir ülkenin siyasal iktidar güçlerinin yaşadıkları sıkışmalar, eğer halk iradesiyle ve halk lehine çözüme kavuşturulmazsa, düzen güçlerinin iradesiyle ve sermaye lehine çözülür. Bu bir kuraldır ve şimdiye kadar istisnası görülmemiştir. 

***

Bir halk mücadelesinin yükselmesi, bir kısmı nesnel bir kısmı ise öznel çeşitli koşulların buluşmasına bağlıdır elbette. Şimdiye kadar birçok kere, Türkiye’de halk güçlerinin mücadele kararlılığının yeterli düzeyde olduğunu, iktidar ne yaparsa yapsın halkın direncinin kırılmadığını, özellikle de son yıllarda bu pat durumunun halk lehine aşılmasının olanaklarının ortaya çıktığını söyledik.

O halde diğer boyuta, yani öznel koşulların durumuna bakmak gerekiyor.

Sosyalistler arasında siyasal öznenin inşası denildiğinde, ilk akla gelenler bir parti/örgütün kurulması, onun programatik hattının ortaya konulması, buna uygun kadro birikiminin yaratılması gibi adımlardır. Bu adımlar her türlü siyasal irade için ilk birikim anlamını taşırlar ve hiçbir zaman belirli bir düzeyin ötesinde olgunlaştırılamazlar. Daha açık bir deyişle, parti/örgüt, program, kadro konularında sağlanan ilk birikimin daha olgun ve daha ileri düzeylere taşınabilmesi siyasal mücadelenin dışında mümkün olmaz. Bu anlamda siyasal mücadele, eldeki mevcut parti/örgüt, program, kadronun tedavüle sokulmasından çok, bunların gelişiminin/üretiminin sürdürülmesi anlamını taşır. Benzetme uygun düşerse, ilk birikimle üretilenler, siyasal mücadeleyle genişletilmiş yeniden üretim sürecine girerler.

Türkiye’de sosyalist hareket, kendi içinde eşitsiz gelişmiş olmakla birlikte, bir bütün olarak ilk birikim evresini çoktan geride bırakmıştır. Bu söylenen, elbette, parti/örgüt, program ve kadro konularında sosyalistlerin gelişimin en üst düzeylerine ulaştığı anlamına gelmiyor. Yukarıda da denildiği gibi, böylesi bir olgunlaşma ancak ve sadece siyasal mücadele bağlamındaki genişletilmiş yeniden üretim sürecinde sağlanabilir. Ancak, niteliksel açıdan ilk birikim evresinin geride bırakıldığını saptamak ve bunu kolektif biçimde bilince çıkarmak yaşamsal önemdedir.

Çünkü, düzenin ciddi bir kriz tarafından öğütüldüğü bir konjonktürde sosyalistlerin önündeki mücadele evresinin mutlak bir gerekliliği, yalnızca bu saptamanın bilince çıkarılması koşuluyla karşılanabilir. O gereklilik de kurucu devrimciliktir.

***

Sosyalistler kuruculuk kavramına yabancı değildir. Fakat bu kavramı çoğunlukla iki anlamda kullanmaktadırlar. Birincisi, bir örgütsel varlığın yaratılması için sergilenen kuruculuk; ikincisi de sosyalist devrimin ertesindeki kuruculuktur. Dikkat edilirse, bu iki kuruculuk uğrağı arasında koskocaman bir siyasal-toplumsal mücadeleler alanı uzanmaktadır. Ve, ne yazık ki, ülkemizin sosyalist hareketinin en az kafa yorup en az deneyim biriktirdiği konu da iki uğrak arasındaki boşluğun nasıl doldurulacağıdır.

Oysa belki de kuramdan farklı olarak siyasete, üstelik de genel geçer ilkelerin kataloğu şeklinde değil de özgül bir bağlamın sorularına yanıt veren bir siyasete ihtiyaç duymamızın nedeni tam da bu iki kuruculuk uğrağı arasındaki boşluğun başka türlü doldurulamayacak olmasıdır. Siyaset, bir parti kuran iradenin bir ülke de kurabilmesi için kat etmesi gereken özgül rotayı çıkarmakla ilgilidir.

İşte, aslında bir bütün olarak kafa yorulması gereken de bu iki uğrak arasındaki boşluğu devrimci bir tarzda doldurmanın yoludur.

Artık olağan siyasal çalışmanın somut ve kalıcı mevzilere dönüştürülmesi sadece arzu edilir bir şey olmaktan çıkmış, şimdi ve yakın gelecekte sosyalist hareketin bir aktör olup olmayacağının ölçütü haline gelmiştir. Diğer bir deyişle, eşiğinde olduğumuz sıçrama Türkiye’de sosyalizmin kitlesel bir temsil ve mücadele gücüne kavuşması ile ilgilidir.

Böylesi bir eşikte olmak o denli ciddi bir durumdur ki, beraberinde getirdiği iki koşulun kolektif olarak içselleştirilmesi zorunludur.

Birincisi, sosyalistlerin gündemine girecek her türlü tartışma, önünde durduğumuz eşikten sıçrama ve sosyalizmi kitlesel bir güce dönüştürme bağlamına oturtulmalıdır.

İkincisi, sosyalistlerin başlıca görevi, kuruculuğun iki uğrağı arasındaki geniş boşluğu bir başka tür kuruculuk pratiğiyle, siyasal-toplumsal kuruculuk pratiğiyle doldurmaktır.

Özetle, artık sosyalistler, sadece parti/örgüt kurmayı değil, sermaye egemenliğine karşı mücadele odakları, hatta mücadele kulvarları kurmayı da başaracaklarını kanıtlamalıdır.

Günümüzde devrimciliğin nesnel biçimde ölçülebileceği başlıca kriter de budur.