12 Eylül sonrasında, solcu, sosyalist olmak; rüzgâr tam tersi yönden ve şiddetle eser, güçlü bir akıntı da ona eşlik ederken, rüzgâra ve akıntıya karşı kürek çekmek gibiydi.
O yıllarda üniversitede, yemekhanede, kantinde, yurtta, orada burada, “görünür” çalışma yürüten gruplar arasında, Sızıntı adlı dergiyi satanlar ile “evrim/yaradılış gerçeği” standı açanlar özel dikkat çekerdi. (Başkaları da vardı ama onlar pek görünmezlerdi.)
İkinci gruptakiler, Adnancılar olarak bilinir, daha çok “paralı ve parlak çocukları” hedefler, siyah Mercedes’lerin içinde yahut Bebek Kafe gibi mekânlarda buluşmalar ayarlayarak, bu gençlerin akıllarını çelmeye, daha amiyane bir ifadeyle “kafalama”ya çalışırlardı. İlk gruptakiler ise daha çok yoksul, taşradan gelmiş çocukları hedefler, gelecekte stratejik işlerde/yerlerde çalışabilecek “parlaklık”ta olmalarına da dikkat ederek bu gençleri şimdiden “ağ”larına katmaya çalışırlardı. Dergilerinin adından başlayarak, niyetleri, yöntemleri, hedefleri belliydi işte: Sızmak…
Biz solcu gençler de zaman zaman sızıyorduk ama daha çok akıntıya karşı kürek çekmekten yorulduğumuzda, manzarayı seyredip ucuz şarap içerek sızıyorduk!
Bu “sızmış” halimizle de, Sızıntıcı gençlerin, bir 10 yıl sonra, bir 20, 30 yıl sonra nereye, ne kadar sızabileceklerini pek kestiremiyor, bu türden bir “strateji”yi pek ciddiye almıyorduk doğrusu. Öbür “görünmeyenler”, yani “İbdacılar”, “Hizbullahçılar” vb. çok daha ciddi idi sanki!
Yirmi beş, otuz yıl önce durum böyleydi ama bir yandan da bütün fraksiyonlarıyla gerici örgütlenmelerin 12 Eylül şartlarında özel olarak beslenip güçlendiklerini, 12 Eylül’ün solu düzleyen ortamında semirtildiklerini görüyor, biliyorduk tabii. “Bizim çocuklar” için “asmayıp da besleyelim mi” sorusuyla idamlar, baskılar ve işkenceler gündemdeyken, onlar, 12 Eylül’ün has çocukları olarak beslenip güçlendi gitti.
Zamanla, fraksiyonlar içinde bir fraksiyonun, çok daha “merkezî” bir yere yerleştiğini, 12 Eylül’den itibaren tüm iktidarlar boyunca özel olarak kollanıp semirtildiğini; parasal ve konumsal gücü de biriktikçe ve ilişkileri gelişip giriftleştikçe daha da güçlenerek ilerlediğini gözlemledik. (12 Eylül’den itibaren – Gezi hariç – akıntı karşısında sersemleyip, etkin bir özne olmaktan çıktığımız/çıkarıldığımız için, biz solcular genelde “gözlemek”le yetindik!)
Evren ve tamamlayıcısı Özal dönemlerinde, Türk-İslam sentezi denerek, ilk kapsamlı adımlar atıldıktan sonra; Mesut Yılmaz, Süleyman Demirel, Tansu Çiller, tekrar Demirel, üzerine Ecevit vb. tüm iktidarlar dönemlerinde, Yeşil Kuşağı’ndan BOP’una önüne sunulan bütün olanaklarla büyüdü de büyüdü bu kesim. Okullar, dersaneler, kurslar, (sınavlarda sızdırılan sorular); uluslararası açılımlar, Türkçe olimpiyatları… eğitimin köşebaşlarında tutulan yerler bir yanda, devletin çeşitli kurumlarında ve kademelerinde verilen imkânlar diğer yanda, habire geliştiler.
Ve en son 2002-2012 kesitinde, AKP iktidarının 10 yılında, “Ne istediniz de vermedik” evresine geldiler. Başka bir deyişle ve cümlenin açıkça işaret ettiği haliyle; her istedikleri verildi!
Sızıntı’nın en irisi, en açığı, en katmerlisi yaşandı yani. Artık sızıntı değil, gürül gürül akan bir su, akıntının ta kendisi! Bu koşullarda, sızmaktan monte edilmeye ve yerleştirmeye, yerleşmekten iktidar blokunun bir parçası olmaya… “bir parça olmak”tan “iktidarın bizatihi kendisi”ne derken, blok parçalandı, iktidar kavgası kopuverdi…
Kopmadan önceki son pozisyonu bir hatırlayalım mı şimdi:
2 Şubat 2012 tarihli bir gazete manşeti olsun hatırlatıcı. Üst başlığı şöyle: “Cemaat devlete sızmış. Buna kargalar bile güler.” Başlığın yanında, o dönem AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik’in fotoğrafı. Başlıktaki söz ona ait yani. Altta, diğer “AKP kurmayları” ve sözleri:
Bülent Arınç - “1975’ten beri Hoca Efendi’yi tanırım. Kendisine büyük saygım, sevgim var. O siyaset üstü bir insandır.”
Bekir Bozdağ - “Gülen bu ülkenin yetiştirdiği değerli bir kıymettir. Onu ‘çete’ diye itham ederseniz, haksızlık yaparsınız.”
Ahmet Davutoğlu - “Faydalı çalışmalar yapan Hoca Efendi’ye selamlar olsun. Bu kutlu yolculuğunda yeri, başımızın üzerindedir.”
Tekrar Hüseyin Çelik - “Fethullah Gülen okullarında herkes canla başla çalışıyor. Yüreklerini ortaya koyuyorlar. Pırıl pırıl insanlar.”
O dönemlerde ve daha öncesinde, yine buna benzer, “AKP kurmayları” tarafından ya da diğer sağcı iktidarların kurmayları tarafından yapılmış onlarca açıklama, onlarca manşet bulunabilir herhalde.
Bizim verdiğimiz örnekle bugün arasında sadece dört yıl var.
Şimdi ise bir yargılama, sorgulama furyası var. Gayet güzel. E, soralım biz de o vakit bazı şeyler:
Yukarıdaki sözleri yahut benzerlerini sarf edenler, kutlu yolculuğun önünü açanlar, eşlik edenler, birlikte yürüyenler vb. ne olacak şimdi acep, dokunulmayacak mı hiç onlara?
Peki ya, daha geriye doğru, Çiller’giller, Yılmaz’lar? Demirel hükümetlerinin bakanlarını, sızıntılara kafasını çevirip bakmayanlarını ne yapmayı düşünüyorsunuz?
Sağcı iktidarlarınızda görev alan herkesi, sonra kendinizi tabii, ne yapacaksınız sahi?
Türkçe Olimpiyatları denen zırvalık için bastırılan para hâlen tedavülde imiş. Bu parayı bastıranları, bastırma emri verenleri, Türkçe Olimpiyatları’nı destekleyenleri vb. hiç sorgulamayacak, yargılamayacak mısınız şimdi?
Ergenekon’du, Balyoz’du, Cemaat eliyle yürütülen sahte operasyonlarla onca subayı yargıladıktan sonra, yerlerine bizzat Cemaatçileri yerleştirenler… onlara hiç mi bir şey olmayacak yani? Dokunmayacak mısınız? Bir kerecik bile mi?
90’ların sonundan 2003’e kadar Ordu içinde düzenli olarak “cemaatçilere” karşı temizlik operasyonları yapılırken, 2003 sonrasında bu operasyonları engelleyenler kimler? Onlar ne olacak şimdi?
Medya, futbol, eğlence dünyası ayağı görece en hafifi herhalde. Ama Pensilvanya’ya turlar düzenleyip mesaj taşıyanlar, Pensilvanya ziyareti sonrası Gramsci’den de “sivil iktidar” örnekleri verip PR çalışması yapan yayın yönetmeni Serdar Turgut’lar, futbolun ardından Meclis sıralarına sokulan Hakan Şükür’ler, “aramız iyi olsun” diye Doğan Grubu’nda yayın yönetmenliğine getirilen Eyüp Can’lar falan… bunlar ne tür “projeler”di? “Aaaa, içimize kadar nasıl da sızmışlar, hayret bişi” ayaklarına devam mı şimdi?
Sözün kısası, bunun onca yıldır besleyip büyüteni, son zamanda hızla palazlandıranı belli değil mi? Niye onlara hiç dokunulmuyor haci?
Biz mi?
Biz sosyalistler her zaman akıntıya ve sızıntıya karşıydık, yine öyle… Siz kendinize bakın en iyisi!