100 yıllık Cumhuriyet!

Yüzde 70’lere dayanmış bir enflasyon; hızla yoksullaşan ve hayat pahalılığı altında ezilen geniş halk kesimleri; gelir dağılımı bozuk ve daha da bozulan bir toplum, ama 8-10 milyon rantiyenin yaşam biçimini; yedikleri, içtikleri, döktükleri, kırdıkları, giydikleri, sürdükleri vs. ile başarı hikayesi olarak dilinden düşürmeyen bir iktidar! 100 yıllık Cumhuriyet bu mu olmalıydı?

Öncelikle yazıya Laik Demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin 100. yılını kutlayarak başlamak istiyorum. On yıllar süren savaşlardan dolayı harap olmuş, yarı-sömürge bir devletten modern bir toplum yaratmaya çalıştıkları için başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere tüm arkadaşlarını rahmet, minnet ve şükranla anıyorum. Cumhuriyeti kuran iradenin neleri başardığını anlamak için 1923’lerin Türkiye’sini anımsamak gerekir. Boş verin modern bir sanayiyi, temelinden bile söz etmek mümkün değildi. Türkiye sadece ham madde ihraç eden bir ülkeydi. Ham madde ihracatçısı ülke idi ama ekmek yapmak için gerekli unu bile ithal etmek zorundaydı. Demiryolları ağı tümüyle yabancıların kontrolünde idi. Bir de Osmanlı’dan “miras kalan borçları” ödemek zorundaydı. Bu başlangıç koşullarına rağmen kurucu irade, bağımsız bir ülke yaratmanın yolunun ekonomik bağımsızlıktan geçtiğine inanmıştı. Zaten bu 100 yıllık süreçte ekonomik başarıların geldiği dönemler, kamunun öncülüğünde, plana dayalı sanayileşme stratejilerinin uygulandığı dönemlerdir (1930-39 ile 1963-1975). “Ekonomide devletin ne işi var” denilen ve sağ iktidarlar ve/veya cuntaların hüküm sürdüğü dönemler ise “dünyaya eklemlenme, özelleştirme, serbestleşme” söylemleriyle Türkiye’nin daha çok dışa bağımlı hale getirildiği dönemlerdir.

Ekonomik bağımsızlığa giden yol tasarruflardan geçer:

Bir ülkenin dengeli ve sürdürülebilir bir büyüme gösterebilmesi için, diğer koşullar yanında, sürekli sabit sermaye yatırımlarını artırması, yani gerçek anlamda yatırım yapması gerekir. Bu da yetmez: Bu yatırımları da iç tasarruflarla[1] finanse etmesi gerekir. Ekonomik bağımsızlığa giden yolun ilk taşlarını tasarruflar örer. Bir başka deyişle el parasıyla bu süreci sağlıklı bir biçimde götürmek pek olası değildir.

Bir ülkede tasarruflar ya toplam gayri safi tasarruflar ya da tasarruf-gelir oranı olarak ölçülür. Herhangi bir ülkenin ekonomik gidişatı ile ilgili sağlıklı karar verebilmek için tasarruflar yanında yatırım-gelir oranına ve tasarruf-yatırım açığına bakmak önemlidir. Dünya Bankası’ndan elde ettiğimiz verileri[2] kullanarak ürettiğimiz izleyen grafik, 1960-2022 döneminde Türkiye’de tasarruf-gelir, yatırım-gelir oranları ile tasarruf yatırım farkındaki gelişimi göstermektedir.

Kaynak: Dünya Bankası verileri kullanılarak yazar tarafından üretilmiştir.

Grafikten görüldüğü gibi tasarruflar açısından “altın dönemimiz”; Türkiye’nin bugünkü sanayisinin temellerini attığı planlı kalkınma dönemleri (1963’te başlayan dönem), özellikle de Birinci Beş Yıllık Kalkınma (1963-1967) ile İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı (1968-1972) dönemleri olmuştur. Bu dönemlerde yüksek tasarruflara artan yatırımlar eşlik etmiştir. Buna karşılık 1980 sonrası uygulanan neoliberal politikalar ve özellikle de 32 sayılı karar ile sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesiyle, Türkiye ekonomisi sıcak para için cennete dönüştürülmüş, tasarruflar hem düşmeye hem de yatırımları finanse edememeye başlamıştır. Çünkü bu ülkeyi yönetenler ne yazık ki “el parasıyla saadet yaratacakları” yanılgısına düşmüşler ve Türkiye ekonomisi “sıcak para kolik bir ülke” haline getirilmiştir. Bir başka deyişle bu tarihten itibaren Türkiye ekonomisi sürekli olarak yabancı tasarruflara bağımlı, yani tasarruf açığı veren bir ülke olmuştur. Son zamanlarda tasarruflar, büyük oranda hesaplama yöntemindeki revizyonlar sonucu, yatırımlara yaklaşır bir orana gelmiştir. Ama halen her iki oran da bizi, üst orta gelir grubundan bir yüksek gelir grubuna taşımaya yetecek düzeyde değildir.

Akranlarımıza göre iyi durumda değiliz:

Türkiye ekonomisindeki gelişmeleri değerlendirirken, örneğin çoğunlukla büyüme oranlarına bakarken, yapılan en önemli metodolojik hatalardan birisi (bilerek ya da bilmeyerek ki ben bilerek yapıldığına inanıyorum), karşılaştırmaları yaparken dünya ortalamasını almaktır. Oysa yapılması gereken dünya ortalamaları ile karşılaştırmak yerine akranımız ülkeler ile karşılaştırmaktır. Dünya Bankası tarafından yapılan sınıflamaya göre Türkiye, “üst orta gelir grubu bir ülkedir”. İzleyen grafiklerde Türkiye, OECD üyesi ülkeler, Üst Orta Gelir Grubu ülkeleri ile dünyanın genelini kapsayan, sırasıyla Tasarruf/GSYH ile Yatırım/GSYH oranlarının gelişimini göstermeye çalıştık.

Kaynak: Dünya Bankası verileri kullanılarak yazar tarafından üretilmiştir.

Kaynak: Dünya Bankası verileri kullanılarak yazar tarafından üretilmiştir.

Grafiklerden de görüldüğü gibi özellikle tasarruf/GSYH oranımız akran ülkelere göre oldukça düşük. Yatırım/GSYH oranında akran ülkeleri yakalamaya başlamışız ama bu da bize artan cari açık ve dışa bağımlılık olarak geri dönmüştür. Üstelik kendi akranlarımız ortalamasını yakalamamız için bile daha çok fırın ekmek yememiz gerekiyor. Aslında Türkiye’nin dış tasarruflar, yani cari açığa yaslanma tercihi bilinçli bir tercihtir. Türkiye bu tercihini 24 Ocak 1980 kararları ile başlayan süreçte uygulamaya koyduğu neoliberal politikalar ile adım adım hayata geçirmiştir. Bu süreçte en önemli dönüm noktalarından birisi 1989 tarihli 32 sayılı karar; bir diğeri AB ile Gümrük Birliği anlaşması ve nihayet AKP döneminde Türkiye’yi ithalat ve sıcak para cennetine dönüştüren uygulamalar olmuştur. Cumhuriyet’in 100. yılında geldiğimiz noktaya bakın: İthal girdi olmadan üretim (ve ihracat) yapamayan imalat sanayi, tarım ürünleri ithal eden bir ülke (utanmasak Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi un bile ithal edeceğiz), 476 milyar dış borcu ile neredeyse “zil çalıp oynayacak bir iktidar”; yüzde 70’lere dayanmış bir enflasyon; hızla yoksullaşan ve hayat pahalılığı altında ezilen geniş halk kesimleri; gelir dağılımı bozuk ve daha da bozulan bir toplum, ama 8-10 milyon rantiyenin yaşam biçimini; yedikleri, içtikleri, döktükleri, kırdıkları, giydikleri, sürdükleri vs. ile başarı hikayesi olarak dilinden düşürmeyen bir iktidar! 100 yıllık Cumhuriyet bu mu olmalıydı?

[1] Toplam tasarrufları iç ve dış tasarruflar; iç tasarrufları da kamu ve özel tasarrufları olarak ikiye ayırıyoruz. Tasarruf düzeyini ise faiz oranları, gelir düzeyi, iktisadi büyüme, bireylerin yaşı, kültürel eğilimler, bireylerin serveti ve enflasyon gibi faktörler belirler.

[2] https://data.worldbank.org/indicator/NY.GDP.MKTP.KD.ZG.