Oğlumun yaşayacağı ülke için mücadele ediyorum

Barış Atay “Sadece Diktatör” adlı yeni oyununu sahnelerken İleri Haber’e konuştu. Atay, yeni oyunundan sanat dünyasındaki tartışmalara, Türkiye’nin gündemindeki konulardan kendi planlarına kadar sorularımıza cevap verdi.

Can Soyer – İleri Haber

Fotoğraf: Can Bursalı

Barış Atay Türkiye’deki muhalif sanatçıların en ön planda yer alanlarından biri. Şimdiye kadar ülkenin gidişatı hakkında fikirlerini açıkça dile getirmekten geri durmayan Atay, sahneye koyduğu yeni oyunuyla da toplumların diktatörlüğe sürüklenişini anlatmaya çalışıyor.

Barış’la Kadıköy’deki Emek Sahnesi’nde buluşuyoruz. Eski bir tekstil atölyesinden tiyatroya dönüştürülmüş Emek Sahnesi. Işıklarından bilet gişesine kadar her noktasında tiyatro ekibinin emeği var. Oyunlar nasıl elbirliğiyle hazırlanıyorsa, sahne de öyle imece usulü kurulmuş.

Bizi kulise alıyor Barış. Röportaja başlayamadan sohbet başlamış oluyor zaten. Tabi Barış’ın ikram ettiği Antakya’nın meşhur süvari kahvesiyle birlikte. Kahveyi tanıtırken Armutlulu olduğunu söylediği anlarda gözünün ışıltısı daha da parlıyor Barış’ın. Fırsat bu fırsat deyip, baharda beraberce Antakya’ya, Armutlu’ya gitmek üzere söz alıyoruz Barış’tan.

Sanattan siyasete, baba olmaktan Suriye’deki olaylara kadar daldan dala atlayarak sürüyor sohbet. Bıraksak daha saatlerce konuşacak ve bol bol süvari kahvesi içeceğiz ama Barış’ın oyununun başlama saati yaklaşıyor. Ortaya da bu sohbet çıkıyor işte.

***

İstersen oyundan başlayalım. Nasıl çıktı fikir ve nerden başladınız?

Bizim geçen yıldan bu yana tek kişilik politik ve sarsıcı bir oyun yapma fikrimiz vardı fakat oyunu bulmakta zorlandık. Sonra bu fikrimizden Onur Orhan'a bahsettik. O da çok kısa zamanda müthiş bir oyun yazdı.

“BİZ MÜCADELE EDERKEN, SİZ BİR DİKTATÖR YARATIYORDUNUZ”

Oyunun öyküsünden öte, bu oyun sayesinde vermek istediğin duygu ne?

Açıkçası insanların duygularını kabartacak bir hamaset arayışında olmadık. Biz daha çok, bir diktatörün oluşumu ve çöreklenme sürecini ve bu süreçte kendisini muhalif olarak tanımlayanların da nasıl pay sahibi olduğunu göstermeye çalıştık. Çünkü oyunun ve bizim bakış açımıza göre, bir diktatörü yaratan sadece kendi destekçileri değil, aynı zamanda onun yaptığı hiçbir şeye hayır demeyip tepki göstermeyenlerdir. Mesela bizim ülkemizdeki kimi liberal çevreler böyle; sözde muhalifler ama AKP’nin iktidarda olduğu süre boyunca çok destek sundular. Yani sokakta hakkını arayan, bunun için mücadele eden ve hatta ölen muhalifler değil kast ettiğim, ülkenin komünistlerini, devrimcilerini, ilericilerini kast etmiyorum; ama evinde oturup millete akıl veren, AKP’ye destek verirken de sonra muhaliflik oynarken de utanmayan kimi çevreler ki bu çok da sınırlı ya da medyadan adını bildiğimiz isimlerden ibaret bir çevre değil.

Bir anlamda sahte muhaliflerden bahsediyorsun yani?

Evet. Ama ondan ötede, bir tür konformizm aslında bizim eleştirdiğimiz. Yani birini sevmemenin muhalif olmaya yetmediğini, sevmediğin birinin icraatları karşısında bir şeyler yapmak gerektiğini anlatıyoruz. Dediğim gibi, Türkiye’de de bunun çok örneği var, ama araştırdığımızda bunun sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı da görülüyor. Yüzyıllardan beri hiç değişmeyen şey şu: baskıcı yönetimler, halk sessiz kaldığı sürece güçleniyor ve diktatörlüğe dönüşüyor. Yani bir anlamda kendimize ayna tutmaya, rahat koltuklarımızda oturduğumuz sürece diktatörlüklerle karşılaşacağımızı anlatmaya çalışıyoruz. O yüzden sadece kendisini seven ya da destekleyenler sayesinde kurulmuyor diktatörlük. Sevenleri ve destekleyenleri o diktatörlüğün hacim kazanmasına yarayabilir elbette, ama onu oluşturan süreçte kendisini sevmediği halde karşı çıkmak adına elini taşın altına koymayanların da sorumluluğu olduğunu göstermek gerekiyor. Mesela Murat Belge “Erdoğan bir diktatör olmaya doğru gidiyor” falan diyor ya, biz de onlara “bunu siz yaptınız” diyoruz. Geçen Nuray Mert’in yazdıklarını okudum ve inanamadım. Nuray Mert 15 yıldır başka bir ülkede mi yaşıyor acaba? Bir de üstten konuşan bir edayla, “bakın ben bunları yüreklilikle söylüyorum, siz neden konuşamıyorsunuz” türü bir kibir geliştirmiş. Konuşamadığımız bir şey yok bizim oysa, hatta konuştuğumuz için öldürüldük, hapislere atıldık, baskı ve sansürlerle boğuştuk. Tam tersine, biz bunlarla mücadele ederken siz bir diktatör yaratıyordunuz.

İlk akla gelen buradaki diktatörün Erdoğan olduğu. Ama senin çizdiğin çerçevede sadece Erdoğan değil, genel bir diktatörlük eleştirisi görüyoruz.

Evet, ilk akla gelen Erdoğan. Ama bu oyun Erdoğan’ı anlatan bir oyun değil. Çünkü ideolojik olarak da sorunumuz sadece Erdoğan’la değil, sistemin kendisiyle. Erdoğan, Hitler, Mussolini, Franco, Pinotche, kim kendine hangi diktatörü seçmek isterse onu bulabilir oyunda. Zaten kimi tarihsel özgünlükler dışında, tüm bu isimlerin iktidara geliş ve diktatörlüklerini kuruş süreçleri birbirine benziyor. Bu anlamda, tek bir diktatörden ya da bir ülkeden bahsetmiyoruz; dünyanın herhangi bir yerindeki herhangi bir diktatörün de hikayesini anlatıyoruz. Oyunun adı da bu nedenle “Sadece Diktatör”; herhangi bir diktatör yani.

“UTANÇ BEKLİYORUZ, AMA BU ÇEVRELERİN ÖYLE BİR DUYGUSU YOK”

Peki sadece Erdoğan’ı anlatmıyorsunuz ama Erdoğan’ı nerede anlatıyorsunuz? Daha doğrusu bütün o diktatörler içinde bizim diktatörümüz nerede görünüyor oyunda?

Özellikle “şu cümleyi koyalım da bu da Erdoğan olsun” gibi bir tercih yapmadık. Elbette Türkiye’ye özgü ya da Türkiyeli izleyicinin çok tanıdık bulacağı kısımlar var ama o da metnin bütünüyle çok uyumlu biçimde yerleştirilmiş durumda. Oyun Hitler’den de 14. Louis’den de alıntı yapıyor, onların da oluşum aşamalarından örnekler veriyor. Onur’un yaptığında şunu gördüm; kendini bir diktatörün yerine, bir de halkın yerine koymak. Yani biz aslında bir diktatörün ağzından, halka, aslında neler yaptığını ve neler yapmadığını anlatıyoruz. Diktatör aslında “bakın ben buyum ve buna izin veren sizsiniz” demiş oluyor. Dolayısıyla, oyunda doğrudan doğruya Erdoğan’ı anlattığımız ya da canlandırdığımız kısımlar yok, ama izleyenlerin Türkiye’de yaşadığımızı hatırlamalarını sağlayacak, Erdoğan’ın bu ülkede bir diktatörlük kurduğunu anlatan kısımlar elbette var.

O halde oyunda alttan alta işleyen bir yüzleşme hali de var diyebiliriz. Buna ne tür tepkiler alıyorsun?

Biz bir utanç bekliyoruz aslında, ama beklediğimizin utanç olmaması gerektiğini düşünüyorum ben.  Çünkü bizim utançtan anladığımızla bu diktatörü yaratan çevrelerin utanç duygusu arasında çok fark var. Ben 13 yıldır bu kadar yanlış öngörü ve değerlendirmeler yapsam, kesinlikle utanırdım. Ama görünen o ki, söz konusu çevrelerde böyle bir duygu yok. Oyuna verilen tepkileri genelleştirerek söylersem, asgari düzeyde muhalif olan izleyiciler üzerinde gerçek bir etki yaratıyor ama bu yüzleşme. En zararsız ya da günahsız olanlar onlar aslında, ama aradığımız duyguyu da onlarda buluyoruz. Onlarla konuşuyorum ben, yüzlerine bakıyorum oynarken, sorular soruyorum ve o zaman anlıyorlar aslında yaptıkları ve yapmadıklarının bir sorumluluğu olduğunu. Oyunun başında esprilere gülünüyor mesela, ama sonlara doğru hiçbir şeye gülünemiyor, gülüşler suratlarda donup kalıyor, birbirinden destek almak ister gibi sağa sola bakışmalar başlıyor. Bunu oranlarsak, ülkemizin çoğunun durumu da buna benziyor zaten. Bir diktatöre yüksek sesle karşı çıkamıyoruz, hep ağzımızın içinde konuşuyoruz. Harekete geçirici bir güç olsa belki güçlü biçimde söyleyeceğiz, tıpkı Gezi’de olduğu gibi. Ama çoğu zaman evlerimizde ve mırıldanarak konuşuyoruz. İşte diktatörün izleyiciye söylediği de tam bu; “ben bunları yapıyorum ama senin sayende yapıyorum, yani çözüm sensin, çözüm sende”.

Şu ana kadar nerelerde oynadın? Nasıl bir program var önünde?

Şu ana kadar kendi sahnemizde ve yurtdışında toplam 10 oyun oynadık. Yoğunlaşarak devam edecek. Çok yoğun biçimde turne ve kendi sahnemizin programı var. Sezon sonuna kadar bayağı bir oyun oynayacağız gibi görünüyor. Aldığımız tepkiler de olumlu olunca bizim için büyük bir motivasyon oluyor. Kendi imkanlarıyla ayakta durmaya çalışan bir alternatif sahne olduğumuz için bu kadar ilgi gören oyunlarımızın olması, daha iyilerini yapma isteğini de uyandırıyor. Oyunun yönetmeni Caner Erdem’in bir sözü var; “eğer 1 Kasım seçimleri böyle sonuçlanmasaydı oyunun birçok sözü havada kalacaktı, ama bu sonuçlardan sonra oyunun sürmesi için fazlaca malzeme olacak elimizde”. Biraz durum bu şimdilik.

“MÜCADELEYİ BIRAKIRSAM OĞLUMUN YAŞAM HAKKINI ELİNDEN ALMIŞ OLURUM”

O zaman bu bahisten devam edelim. Önümüzdeki süreçte Türkiye’nin siyasal ve toplumsal süreçlerini nasıl görüyorsun?

Daha iyi olması yönünde bir beklenti vardı tabi ama 1 Kasım benim için bir hayal kırıklığı olmadı açıkçası. Ben halihazırdaki sistemin seçim demokrasisiyle ortadan kaldırılabileceğine inanmadığım için 1 Kasım’da da büyük bir hayal kırıklığı hissetmedim. Bu sadece günlük hayatlarımızda yüzümüzü güldüren ya da canımızı sıkan bir şey, ama nihai olarak bir çözüm değil tabi. Benim için önemli olan, sandıksa sandık dedikten sonra, sandığın ötesinde de bir mücadelenin şart olduğunu gösterebilmekti. 7 Haziran’da da bunun anlaşılması gerekiyordu zaten. Yani seçimden alınacak en iyi sonuçta bile mücadeleyi yükseltmek, daha ileri kazanımlara yönelmek gerektiğini anlamaktı önemli olan. Hakkını alana kadar geri adım atmamaktan, rehavete kapılmamaktan bahsediyorum ve hakkımız olan da bu ülkenin tümü zaten. Çünkü senin elinden aldıkları ülken aslında. Bizim cenahtan gelen “bu ülkeden gideceğim” tarzındaki çıkışları da saçma buluyorum kendi açımdan. Gitmek en kolay çözüm ama asıl mesele belirli bir popülariteye sahip isimlerin kibri. Yani “yeter artık, benim bu ülkeye verebileceğim hiçbir şey kalmadı, bu ülke bitmiş” diyenler, acaba kim için mücadele ediyorlarmış ki? Kendileri dışında birileri için miymiş mücadeleleri, onu hami mi seçmiş insanlar kendileri adına mücadele etsinler diye? Sen onların kurtarıcısı mıydın ki? O yüzden, bu tür çıkışları da ciddiye almıyorum.

AKP iktidarının geçmiş dönemdeki sicili, 1 Kasım’dan sonra baskı ve şiddetin daha da artacağı fikrini uyandırdı birçok insanda, nitekim öyle de olduğu görülüyor. Bu tür çıkışların ardında bu durumun yarattığı endişe olamaz mı?

Kendi açımdan şunu söyleyebilirim; 15 yaşımdan beri siyasetle ilgileniyorum ve o zamanlar da günlük gülistanlık değildi, faşist baskı 90’larda da vardı. Şimdi benzer şeyleri, belki de daha ağırlarını yetişkin bir insan olarak yaşıyorum ama bununla nasıl mücadele edilmesi gerektiğine dair fikrim hiç değişmedi. Oyundan bir alıntı yapayım; diktatör diyor ki “ancak kaybetmeyi göze alanlar kazanır, bir gözü kapıda olanlar ilk fırsatta kaçacaktır”. O gözün artık o kapıdan çekilmesi gerekir. Zaten ölüyoruz, zaten kayıp veriyoruz, zaten hapislere atılıyoruz, zaten kaybediyoruz yani. O yüzden gözü kapıda olanların ya dışarı çıkması ya da kapıdan gözünü ayırması gerekiyor. 5 aylık çocuğum var ve mücadeleyi bıraktığım zaman ben aslında oğlumun yaşama hakkını elinden almış oluyorum. 35 yaşında bir insan olarak bu ülkede nasıl yaşanacağını biliyorum, ama ben oğlumun yaşayabileceği bir ülke için mücadele ediyorum. Onun 15 yıl sonra yaşamak isteyeceği bir ülke kurabilmek için mücadele ediyorum. Yaşadığım ülkede rahat değilim, yaşadığım ülkede yaşayamamam için elinden geleni yapan bir iktidar var. O halde benim ilk sorumluluğum aynı şeyin çocuğumun da başına gelmesine engel olmak için iktidarı elinde tutanların gücünü kırmak, onların bizden çaldıklarını geri kazanmak ve gelecekteki çocuklara yaşanır bir ülke bırakmak. Bu da ancak birlikte yapabileceğimiz bir şey. Mesela Kürt illerinde aylardır insanlar öldürülüyor, siviller ve hatta çocuklar öldürülüyor. Ama ülkenin bu yarısında bir avuç insan dışında kitlesel bir tepki yok. Ama ülkenin o yarısıyla bu yarısı arasındaki mesafe sanıldığı kadar uzak değil. Yani orada bunlar yaşanırken, bunun bu tarafa da gelmeyeceğini, bir gün senin sokaklarında da çocukların, yaşlıların, ekmek almak için dışarı çıkan sivil yurttaşların öldürülmeyeceğini düşünebilir misin? Demirtaş’ın bir lafı vardı, “Cizre Bodrum’a uzak değil” diye, benim de anlatmaya çalıştığım şey bu. Sen susmaya devam ettiğin sürece, yakında Bodrum da abluka altına alınmaz mı sanıyorsun? Aynı ülkenin toprağında beraber bir yaşam kurmak isteyen milyonlarca insan olarak, bu toprakların her adımında yaşanan haksızlıklara aynı biçimde tepki göstermek zorundayız.

“ASIL MÜCADELESİ KUTSANACAK OLAN HALKTIR”

Sanat dünyasında da bir geri çekilme mi var? Özellikle Gezi Direnişi sırasında çok sayıda popüler ismin siyasallaştığını gördük ama bu durumun devam ettiğini söyleyebilir miyiz hala?

Bir kere sanat dünyasını, sadece televizyonlarda görünen popüler isimlerle sınırlarsak yanlış olur. Bu ülkenin tiyatrocuları, oyuncuları, sanatçıları her zaman bir muhalif kimliğe sahiptiler ve bunu koruyorlar. O yüzden Gezi sürecinde bu muhalif kimliğini gösterenler hala bunu devam ettiriyorlar. Ama popüler isimler üzerinden bakarsak, bir geri çekilmeden bahsetmek mümkün tabi. Gezi’nin sonlanmasının ardından çoğu geriye çekildi. Levent Üzümcü, Şebnem Sönmez, birkaç arkadaşımız daha, bu isimler hala devam ediyor mücadeleye. Bu anlamda sanat dünyası zaten ayaktaydı, hala da ayakta. Ama birçok ismin Gezi Direnişi günlerinden sonra kenara çekildiğini de görüyoruz. Korkudan bahsetmiyorum, korku o kadar doğal bir duygu ki, kimsenin korkup korkmadığını tayin etmek de benim işim değil. Benim için önemli olan samimiyettir; yani illa gidip barikat kurmak zorunda değilsin, ama popüler bir isimsen, sanatçıysan mesela, senin tek yükümlülüğün çocukların izleyebileceği saatlerde sigara ile görüntü vermemekten ibaret olamaz. Bu ülkede var olan bütün şiddeti ve zulmü resmetmek, bunun sorumlularını teşhir etmek gibi bir görevin vardır. Popülarite bu yüzden önemlidir, bu zulmü daha çok insana göstermek ve anlatmak için kullanılıyorsa bir anlamı vardır popülaritenin. Zaten bu popüler isimlerin varlığını ya da yokluğunu da çok önemsememek gerekiyor bence. Çünkü mücadelenin asıl sahibi halktır. Gezi’de var olanlar da senden daha yüce bir amaç için orada değillerdi; hatta Gezi’ye gelenler, zaten halk milyonlar halinde orada olduğu için geldiler. Asıl mücadelesi kutsanacak olan halktır.

“BİZİM HAYATLARIMIZI DAHA KUTSAL KILAN NEDİR?”

Sadece Gezi’de yer almak değil, herhangi bir muhalif tutum takınmak bile birçok insan açısından işini kaybetmek anlamına gelebiliyor artık. Sanırım bazı isimlerin kaygısı da hayatlarını kazanmaya devam edebilmek.

İsteyen bir dizide yer alabilmeyi tercih eder, isteyen dizilerde rol alabilmekten vazgeçmeyi göze alır mücadeleyi tercih eder, ben buna karışamam; ben sadece aynaya rahatlıkla bakıp bakamayacağımı düşünürüm. Benim için tercih netti; televizyonda iş yapamıyor muyum, canı cehenneme, televizyonda iş yapmam o zaman. Televizyonda iş yapacağım diyene de karışamam, televizyonda iş yapmak ya da konsere çıkmak mesleğinin gereğidir, bunu tercih edebilir. Zaten dizilerde, televizyonda oynayıp bir yandan da mücadelesini sürdüren arkadaşlarımız var. Dizilerde oynamak ya da “piyasada” iş yapmak mücadele sürdürmeye engel değil. Hem bunu yapıp hem de onurlu bir hayat sürdürmek mümkün. Benim de tercihim insan olarak onurlu bir hayat sürmek. “Ama onun da para kazanması lazım, hayatını sürdürmesi lazım”; iyi de Can Dündar’ın ve Erdem Gül’ün para kazanması gerekmiyor muydu? Gezi’de, Suruç’ta öldürülen çocuklar para kazanmak zorunda değil miydi, okula gitmek zorunda değil miydi, yaşamak zorunda değil miydi? Bizden ne farkları vardı? Bizim ne fazlamız vardı, bizim hayatlarımızı daha kutsal kılan neydi? Gezi’de söylenen de buydu aslında, herkes için eşit bir yaşam. “E peki neden geldin o zaman Gezi’ye” diye sorası geliyor insanın. Eşit bir yaşam için mücadeleye devam etmeyeceksen, o zaman ne işin vardı oralarda? Demin verdiğim örnekteki gibi, ileride oğluma bunun açıklamasını yapıp yapamayacağımdır benim için önemli olan. Çünkü bu soru bir gün herkesin önüne gelir.

“YAVUZ BİNGÖL ONLARIN OLDU, TEPE TEPE KULLANSINLAR”

Nadir Sarıbacak’ın konuşmasının sansürlenmesi çok gündem oldu son günlerde. Ama buna benzer birçok örnek sık sık yaşanıyor. Televizyonun yanı sıra, tiyatrolarda da sansür ya da içeriğe müdahale gibi örnekler görüyoruz. Bütün bunları düşünce, bu baskı ortamında geriye bir sanat kalacak mı sence?

Sanat dediğimiz şey, tam da bu ortamlarda ayakta kalır zaten. Sanat bitmez, sanat her yerde ve her şeydedir. İşte tekstil atölyesinden dönüştürülmüş bir sahne kurduk burada. Sadece İstanbul’da 50’ye yakın alternatif sahne var. Bu insanlar Devlet Tiyatrosu’ndaki ya da Şehir Tiyatroları’ndaki imkanlara da sahip değil. Devlet Tiyatroları’nın ya da Şehir Tiyatroları’nın da zorlukları var, oradaki arkadaşlarımız da baskılarla boğuşmak zorunda kalıyor. Ben kimseye oralardan ayrılmasını söyleyemem, ama ben olsam ayrılırdım. Çık bütün oyuncular olarak Şehir Tiyatrosu’nun kapısında oyna; işten mi atarlar, atsınlar ama sen gene oyna; seyirci gelir seni bulur, seyirci sahip çıkar, ama seyirci bir hareket görmek ister. Sen kendin bir tepki örgütleyemiyorsan, destek beklemenin de anlamı yok, çünkü seyirci de destek verilecek bir şey olup olmadığını görmek ister. Yoksa sanat bitmez, en karanlık çağlarda bile bitmemiş, bu dönemde de bitmez. “Sadece Diktatör” de böyle çıktı zaten. 3 yıldır işsiziz ve sonuç olarak bu ülkedeki baskı ortamının bir sonucu olarak işsiziz. Bu sıkıntının ve zorluğun getirdiği bir yaratıcılıkla çıktı “Sadece Diktatör”. Sanat zaten çok konforlu koşullarda yapılabilecek bir iş değil. Belki bütün sanatçıları hapse atarlar diye düşünün, yine bitmez, bu sefer hapishanede sanat yapılır. Öldürsen de bitmez, bu defa yeni kuşaklardan sanatçı doğar. Sanat bitmez yani. O yüzden bu kadar korkuyorlar zaten, o yüzden sanat kurumları ve eserleri üzerinde baskı kurmaya çalışıyorlar sürekli. Bakın muhafazakarlar “Cins” diye bir dergi çıkardılar ve “kültürel iktidar” diye bir kavram attılar ortaya. Neden? Çünkü o konuda çok zayıf olduklarını, ellerinde hiçbir şey olmadığını biliyorlar. Toplama isimlerle, maddi teşviklerle kendilerini sanat dünyası içinde iktidara taşıyacak bir adım atmak istediler. Sonuç sıfır, çünkü hiçbir şey yok ellerinde. Cumhurbaşkanlığı ödüllerini düşünün, o kadar yoksunlar ki gerçek ve yaratıcı sanatçıdan, gidip ölmüş Cemil Meriç’e ödül verebildiler. Zaten ellerinde var olan üç beş kişi de devşirmedir aslında, popülaritesini ya da saygınlığını solcu, demokrat kimlikleriyle edinmişlerdir. İşte Yavuz Bingöl. Yavuz Bingöl onların oldu şimdi, alsınlar tepe tepe kullansınlar. Hiçbir önemi yok ki. Çünkü bizden onlarca Yavuz Bingöl çıkar ama onlar hiçbir şey üretemezler.

Son olarak senin planlarını sorayım. Neler yapmayı düşünüyorsun önümüzdeki süreçte?

Oyuna devam ediyoruz, böyle devam ederse seneye de devam ederiz. Bir de film planım var, senaryosu yazılıyor şu anda. Çok detay vermeyeyim ama Kasım-Aralık gibi çekimlere başlama planım var. Bu şekilde devam edeceğiz. Hem sanata hem mücadeleye devam ediyoruz yani.