Kaya Özkaracalar yazdı; Hobbit: Beş ordunun savaşı
İleri Haber sinema eleştirmeni Kaya Özkaracalar, dün vizyona giren, "Hobbit: Beş ordunun savaşı" filmi üzerine yazdı.
Kaya Özkaracalar - İleri Haber
Popüler fantastik edebiyat yazarı J.R.R. Tolkien’in Hobbit (1937) adlı romanından uyarlanan üçlemenin son halkası Hobbit: Beş Ordunun Savaşı (Hobbit: The Battle of the Five Armies) ender başvurulan bir uygulamayla diğer vizyon filmlerinden ayrı olarak Cuma’dan önce dün (Çarşamba); ABD sinemaları ile aynı anda, ülkemizde gösterime çıktı. Hobbit, daha çok Yüzüklerin Efendisi’nin yazarı olarak tanınan Tolkien’in Yüzüklerin Efendisi’nden önce yazdığı ve yine o romandaki karakterlerin çoğunu içeren bir roman.
Üç ciltlik Yüzüklerin Efendisi’nin her bir cildinden 2001-2003 yılları arasında birer film çıkarmış olan yönetmen Peter Jackson’ın tek ciltlik Hobbit’ten de yine bir üçleme çıkarması şaşkınlık yaratmıştı. Sonuçta Tolkien hayranlarının çoğunu memnun etse de bu edebiyata ilgisiz sinemaseverler için tahammül etmesi pek kolay olmayan bir seri ortaya çıkmış oldu çünkü özellikle bu son filmin ortaya koyduğu gibi aslında ortada üç filme doyurucu derecede yetecek kadar çok malzemenin kaynak romanda mevcut olmadığı anlaşılıyor. Hobbit: Beş Ordunun Savaşı’nın ana gövdesini filme adını veren savaş oluşturuyor ve bilumum fantastik mahlukatın gerçekten de görkemli biçimde perdede arzı endam etmelerini sağlayan ileri dijital teknoloji ürünü özel efektlerin görsel etkileyiciliği dahi savaş sahneleri zamanı doldurmak istercesine sündürüldükçe azalıyor.
Hobbit: Beş Ordunun Savaşı’nın dramatik yönü ise oldukça yüzeysel işlenmiş durumda. İktidar ve servet sahipliğinin insanın benliğini esir alıp gözünün başka birşey görmemesine yol açtığı şeklinde kabaca özetlenebilecek olan ana fikir, muazzam bir hazinenin üstüne oturan bir prensin savaş esnasında hazinesini muhafaza etmekten başka bir şey düşünmemesi üzerinden neredeyse didaktik biçimde aktarılıyor. Oysa sözkonusu prensin, mahzen işlevi gören devasa mağaradaki altın deryasını andıran hazinesini seyre doyamayarak ıssız mağarada absürd bir figür olarak yükselen tahtına çivilenmiş gibi tek başına oturduğu mizansen başlıbaşına sırf görsel olarak çok çarpıcı ve manidar bir ikonik temsil sunarken prensi olayların gelişimi içinde konumlandırma ve bu mesajı anlatı üzerinden de verme çabaları çok çiğ kalıyor. Üstelik bu prensin hızlı bir vicdan muhasebesiyle bir anda hatasını anlayıp yüz seksen derece çarketmesi de herhangi bir dramatik inandırıcılık içermeyen bir tarzda perdeye geliyor.
Yüzüklerin Efendisi filmleri, çok geniş ve fanatiklik düzeyinde tutkun bir hayran kitlesine sahip olmakla birlikte eleştirilerden de muaf değildi ve bu eleştirilerden biri, iyilerin Batılı beyaz, kötülerin ise Batı-dışı, özellikle Doğulu ‘ırkları’ çağrıştıran görsel temsillerle perdeye aktarılmasına dair örtülü ırkçılık suçlamasını içeriyordu. Benzer bir durum Hobbit filmleri için de bir ölçüde sözkonusu. Ancak özellikle Hobbit: Beş Ordunun Savaşı’nı izledikten sonra, kötülerin özel olarak Doğuluları çağrıştırmasından ziyade aslen fiziki olarak ‘çirkin’ olarak sunulmalarının da zaten başlıbaşına sorunlu bir temsil olduğu kaydedilmeden olmaz. Güzel ve Çirkin’den tutun Notrdam’ın Kamburu’na dek fiziksel ‘çirkinliğin’ kötücüllükle özdeşleşmesini kıran pek çok anlatı varken, Hobbit anlatısı barbar Ork ‘ırkının’ son derece çirkin mahluklar olarak perdeye gelişi üzerinden bu anlatıların çok gerisine düşerek pek ilkel, hatta diyelim ki ahlaki olarak çirkin kalıyor.