Erkan ve Barış bize ne öğretiyor?

Erkan ve Barış bize ne öğretiyor?

Biraz sabır, soğukkanlılık ve üzerinde çalışılmış sağlam bir mantık, hep birlikte gördüğümüz gibi, o “bir atımlık barutu” kısa zamanda çözmeye yetecektir.

Sinan Dervişoğlu

Son 2 haftadır Türkiye İşçi Partisi (TİP) Türkiye gündemini sarsıyor. Önce Erkan Baş’ın Şirin Payzın’ın programında yaptığı söyleşide sergilediği duruş oldukça etkili oldu ve ses getirdi. Sonra ise Barış Atay’ın Babala TV’deki söyleşisi bir bomba gibi patladı, bir medya ve internet fenomenine dönüştü. 10 milyonu aşan bir izleme sayısına ulaşmakla kalmadı, bizzat bu program ertesinde 9000 kişi TİP’e üye olmak için başvurdu.

Bu gelişmeler TİP’te ve ona sempati duyan sol kesimlerde büyük bir sevinç ve coşku yarattı, doğal olarak sol içindeki “müzmin kıskançlık” ve “hasetleri” de körükledi ve TİP’e karşı çirkin bel altı vuruşlar gündeme geldi. Bu çabaların sakilliği ve iğretiliği, oluşan coşku seli karşısında elbette bir virgül bile olamadı.

Sol hareket olarak genellikle “ders çıkarma” refleksini hep yenilgi, başarısızlık ve darbelerden sonra gündeme getiriyoruz. Burada ilk defa bunun tersini yapmak, başarılardan da ders çıkarmak zorundayız. “Barış ve Erkan gibi kitle karşısında başarılı iki temsilciye sahip olmak çok güzel; TİP çok şanslı” diye düşünülebilir ve bu doğrudur. Ancak biz sosyalistler “kolektivist” olduğumuzu unutmamalıyız; bu başarının ardındaki belirleyici unsurları, yaklaşımları, temel noktaları netleştirmek, bilince çıkarmak, taraftarlarımız arasında yaygınlaştırmak, kısaca Erkan ve Barış’ın başarısını “kolektifleştirmek” zorundayız. Yazımızın konusu da bu olacak.

DÜŞMANLA YÜZLEŞME CESARETİNİ GÖSTERMEK

2021’de İleri Haber’de yayınlanan bir yazımda (Düşmandan da öğrenmek gerekir: Hitler, Alman emekçileri ve biz) Hitler’den bahsetmiş, onun bir faşist olarak solu destekleyen Alman işçi sınıfını kazanmak için ne denli ısrarcı davrandığını, sosyal-demokrat ve komünist işçilerle (dayak yeme pahasına, bazen de dayak yiyerek) direkt ve sürekli yüzleştiğini ve sonunda belirli bir işçi kitlesini kazanmakla kalmayıp ilerici safların içinde nasıl bir çatlak ve kafa karışıklığı yarattığını ve bunun ona başarının yolunu nasıl açtığını anlatmış, sağın etkisi altındaki emekçileri kazanmak için aynı cesarete bizlerin de sahip olmamız gerektiğini yazmıştık. Hitler bir yalancı ve bir faşistti, ama bu cesaret ona kazandırdı. Erkan ve Barış ise doğruyu söyleyen 2 sosyalisttir, onlar da aynı cesareti sosyalizm adına gösterdiğimizde neler kazanılabileceğini bize gösterdiler.

Yenilginin, baskının, tecritlerin dünyasında yaşayan devrimciler, bir refleks olarak hep “kendilerine yakın” bir kitle içinde bir yaşam alanı kurdular ve onun içine kendilerini hapsettiler: Sol eğilimli CHP’liler, ilerici Aleviler ve düzeni hep sarsan bir toplumsal hareket olarak Kürtler.

Bu kesimler içinde çalışmak elbette gerekli ve anlamlıdır; anlamlı olmayan ise kendimizi buraya hapsetmektir. Sağın etkisi altındaki milyonlarca dürüst, alnının teriyle yaşayan emekçiyi “kayıp alan” olarak gören, “onlarla işimiz olmaz” diyen tavır, bu fiili ve siyasi tecridimizi pekiştirdi. Ancak sola, sosyalistlere düşman, ön yargılı, hasmane olan unsurlarla direkt yüzleştiğimizde (ki Barış ve Erkan bunu yaptılar) ne oldu? Kelimenin tam anlamıyla “dağıldılar”! Erkan Baş’a daha önce münferit olarak MHP’li ve AKP’li vatandaşlardan gelen tweetler, bu programdan sonra TİP’e sel gibi yağmaya başladı: “Ülkücü olarak eskiden Barış’ın yüzünü görünce tiksinirdim, programı izleyince kendimden utandım. Allah yolunuzu açık etsin, dualarımız sizinle”, “Artık Rize’de de MHP kökenli bir yoldaşınız var”, “Düzgün ve dürüst insanlarmışsınız, yanlış olan benmişim”, “Bayburt’ta ne zaman örgüt kuruyorsunuz?” tweetleri yağdı, yağmaya da devam edecek. Barış ve Erkan, düşmanla yüzleşme cesaretini göstererek karşımızdaki buz kalıbını belki tümüyle kırmadılar, ama çatlattılar ve bu çatlağı derinleştirmek bizlere düşüyor. Bu çatlama bize neyi gösterdi?

GERİCİLİĞİN İDEOLOJİK PLANDAKİ “BİR ATIMLIK BARUTU”

60’ını aşmış bir sosyalist olarak, hayatım cinayet ve katliamları bizzat yaşayarak ya da şahit olarak geçti. 17 yaşında çiçeği burnunda bir liseliyken 1 Mayıs 1977’deki kan banyosunu, etrafımdaki cesetleri ve üzerimizdeki kurşun yağmurunu bilfiil yaşadım. Çorum, Kahramanmaraş, Bahçelievler katliamlarına içim tıkanarak şahit oldum. Cenazesine katıldığım, tabutunu sırtımda taşıdığım arkadaşlarımızın sayısını ben bile unuttum. 60’ıma merdiven dayadığımda Ankara Gar katliamını yaşadık; orada bir yoldaşımı kaybettim. Katliamın ertesi günü Ankara morgunun bir şehirler arası otobüs terminali gibi ülkenin dört bir yanından ölülerini almaya gelen insanlarla dolduğunu ve insanların dik durmaya çalışırken tutamadıkları gözyaşlarını gördüm, o acıyı iliklerimde hissettim. Sosyalist olamayan bir arkadaşım bana “Bütün bu katliamlar sende bir umutsuzluk yaratmıyor mu? Kayıp bir davada ısrar ettiğini anlamıyor musun.?” dediğinde “bu katliamlarla gurur duyuyorum” cevabını vermiştim. Şaşırmıştı. “İnsan katliamla gurur duyar mı?” dediğinde ise cevabım netti: “Evet, gurur duyuyorum, çünkü şunu görüyorum: O kadar haklıyız ki, 100 yıldır katliam olmadan bizi durduramıyorlar, durdurmaları da mümkün değil!

Görmemiz gereken gerçek budur: Sağın, gericiliğin, tüm renkleriyle (ülkücü, İslamcı, liberal, muhafazakâr, sağ Kemalist…) sosyalistlere karşı düzgün, normal bir tartışmada, bir fikir alış verişinde söyleyecek hiçbir şeyi, kazandıracak hiçbir argümanı yoktur! Erkan ve Barış bize bunu gösterdiler. 12 Eylül sonrasındaki 40 yılda, solun cinayet, işkence ve hapisle sindirildiği, solun tek kelime konuşma şansının dahi olmadığı bir ortamda gericilik, “kendisini ısıracak köpeğin olmadığı köyde” dolaşmanın verdiği rahatlıkla, geniş bir kitleyi aptalca, yavan, sefil argümanlarla sola karşı şekillendirdi; ancak bu argümanlar düzgün, eşit şartlarda yapılan bir tartışmada toz gibi dağıldı ve gerçekten bize karşı “bir atımlık barutları” olduğunu ortaya çıkardı. Argümanlar malumdu: “Siz PKK’li misiniz.?” “Terörü destekliyor musunuz?”, “Türkiyeli ne demek, siz Türk değil misiniz?” “Sosyalizm madem iyiydi, Berlin duvarı niye yıkıldı?” Bu zavallı argümanları dile getirenler, karşılarında soğukkanlı ve donanımlı birinin verdiği cevaplar karşısında dillerini yuttular ve trollemek için geldikleri konuşmacıyı alkışlarla uğurlamak zorunda kaldılar.

Tecritlik ruhu, önce kafalarda oluşur ve yerleşir, o yüzden de önce kafalarda yıkılmak zorundadır. Kafalarımızdaki haklılığı doktriner argümanlarla, ya da ölen arkadaşlarımızın anısı ile sınırlamak yerine, 80 milyona karşı o büyük, devasa, durdurulmaz haklılığımızı her zaman bilelim ve hissedelim. Erkan ve Barış’ın başarıları bunu bize hissettiremiyorsa hiçbir şey hissettiremez.

Öte yandan şu soruyu da sormak zorundayız: Haklı olmak, tek başına bizi her tartışmada başarılı kılmaya yeter mi? Bu soru, bizi üçüncü olguya götürmektedir:

KİTLE İÇİ TARTIŞMANIN STRATEJİ VE TAKTİĞİ

Geçmişte sıradan insanlardan gelen benzer sorular karşısında verdiğimiz cevapların, kullandığımız argümanların mantığı farklıydı: Kürt meselesi mi? Lenin’den, ulusların kaderlerini tayin hakkından alıntı çeker, her halkın kendi devletini kurma hakkından teorik olarak bahsederdik. Terör mü? Fidel’den, Che’den alıntılarla silahlı mücadelenin gerekliliğinden dem vururduk. Sosyalizmin kazanımları mı? SSCB meydandaydı. Bütün bu argüman silsilesi sosyalizmin teorik cazibesinin ve dünyadaki pratik başarısın güçlü olduğu bir ortamda epey “iş gördü”, bu argümanlarla o dönem epey insan kazandık. Ancak göremediğimiz şuydu: Bu argümanlarla 3 kişi kazanırken aynı zamanda 3 kişiyi de kaybediyorduk! “Ha bire Lenin diyorlar, Allah’ın Rus’una neredeyse tapıyorlar” “Akılları fikirleri Rusya, Küba. Yahu biz Türk değil miyiz, burası Türkiye değil mi?” O üslupla kazandığımız insanların yanında, gene aynı üslupla kaybettiğimiz başka insanların gericiliğin saflarına kaydıklarını göremedik.

Bugün o “bolluk” yok. Sosyalizmin pratik başarı örneği dünyada son derece sınırlı hale gelmekle kalmadı, bu yüzden teorik planda (yeni ve orijinal bir düşünce olarak) çekiciliği de epey darbe yedi. Zorluk ve kıtlık, her zaman yeni çözümleri gündeme getirir ve zorlar. 1970’lerin başında Arap ülkelerinin petrol ambargosunun yarattığı benzin kıtlığı, tüm Batı dünyasını benzini neredeyse hortumla tüketen eski müsrif araba dizaynlarını terk etmeye ve çok daha verimli motorlar ve arabalar dizayn etmeye itti. Sosyalizmin meşruiyetinin “kıtlığı” koşullarında ise, yeni ve verimli bir toplumsal harekete geçirici (“motor”) dizaynını Türkiye solunda sadece (Erkan ve Barış başta olmak üzere) TİP konuşmacıları yaptı. Bu neydi? Sosyalizmi en basit ve en haklı gerekçelerle anlatmak: Sosyalizm ülkeyi çöle çeviren dinsel gericiliğin kökünü kazımaktır. Sosyalizm kaynaklarımızın yağmalanmasına dur demektir. Sosyalizm kadın cinayetlerinin hesabını sormak, kadınları insanlığın eşit yarısı olarak tanımak ve etkin kılmaktır. Sosyalizm güzel ülkemizin muazzam zenginliğini halk için, çalışanlar için kullanmaktır. Sosyalizm on yıllardır Türkleri ve Kürtleri içine çeken vahşet girdabına dur deyip herkesin kendi kimliğiyle eşit, özgür ve kardeşçe yaşamasını istemektir. Bütün bu olgular teker teker sosyalizmin kendisi olmayabilir; sosyalizm bütün bunları hep birlikte mümkün kılacak bir halk iradesini inşa etmek ve egemen kılmaktır. Sosyalizm bu kadar basit ve yalın bir gerçektir, başka bir şey de değildir. Marx ve Lenin’in muazzam teorik eserleri ve geçmişte kaybettiğimiz yoldaşlarımızın aziz anısı, sadece biz kadroları ayakta tutan ve yol gösteren bir mirastır, bu mirası, onu anlaması mümkün olmayan emekçilere direkt aktarıp yıpratmak yerine, sosyalizmi yukarda aktardığımız netliği, basitliği ve büyük haklılığı ile anlatmak en doğru yaklaşımdır.

Bu aşamada, Barış’ın ve Erkan’ın kendilerine yöneltilen, yer yer küstahlık sınırlarına varan argümanlar karşındaki soğukkanlılığı, kitle içi tartışmada bizim için en önem taşıyan derstir. Sağın etkisindeki biriyle, şayet fiziksel çatışmada değilsek ve fikir tartışması yapıyorsak, ister kazanılması gereken bir emekçi olsun, ister bizi “teşhir etme” hayalini kuran bir trol olsun, sabrımızı ve soğukkanlılığımızı asla yitirmemeliyiz. Argümanlarının saçmalığı karşısında heyecanlanıp keskin cevaplara yönelmek, eski ve saçma önyargıların sürdürülmesinden başka bir sonuç vermez. Bu tarz bir tavır, haklılığımızı yukarda bahsettiğimiz o büyük ölçekte görmeyi başaramayan, inancının meşruiyetini dar ve doktriner dayanakların ötesine taşıyamamış bir devrimcinin acemiliği olmaktan öteye gidemez. Biraz sabır, soğukkanlılık ve üzerinde çalışılmış sağlam bir mantık, hep birlikte gördüğümüz gibi, o “bir atımlık barutu” kısa zamanda çözmeye yetecektir.

Bu noktada sahip olduğumuz büyük bir avantaja da değinmek gerekir: Barış’ın argümanlarını aynı netlikle “sol” adına bir CHP’li aktarsaydı (pek olası değil, ama diyelim ki aktardı) aynı etkiyi yaratması asla mümkün olamazdı. Sebep ise nettir: CHP’nin sırtında taşıdığı tarihsel “kambur”ların sayısı epey fazladır: Sadece sola karşı işledikleri cinayet ve zulüm (Sabahattin Ali, Nazım, Orhan Kemal ve sayısız niceleri) değil, bizzat tek parti diktatörlüğünün, kaymakam-jandarma-vergi tahsildarı üçlüsünün halkta hala canlı olan uğursuz anıları, gericiliğe karşı mücadelede demokrasiye kendi elleriyle vurdukları darbeler (1978 sıkıyönetimi, geçmişte Ecevit’in, bugün de Kılıçdaroğlu’nun gericiliğe güç kazandıran ihanetleri) bütün bu “arızalar” en etkili konuşmacının bile inandırıcılığını daha baştan sıfırlayacak olgulardır. Ya biz?

Bizim, sosyalistlerin geçmişinde (birbirimize attığımız ve ne yazık ki hala kimilerinin atmaya devam ettiği çelmeler dışında) hiçbir kambur, hiçbir leke yoktur. Biz Mustafa Suphi ve Behice Boran gibi parlak beyinlerin, Nazım gibi ülkenin gururu bir insanlık şairinin, Deniz, Mahir ve Kaypakkaya gibi ülkesi için canını vermiş kahramanların, Berkin Elvan gibi pırıl pırıl masumların mirasçısıyız, onların hareketiyiz ve bu hem lekesiz hem de inanç, umut ve fedakârlıkla dolu geçmiş karşısında hiç kimsenin, en önyargılı sağcının dahi söyleyeceği tek kelime yoktur. Barış’ın ve Erkan’ın başarılarının arkasındaki bir diğer etkin nokta da bu unsurdur ve bunu bir an ile aklımızdan çıkarmadan yolumuza devam etmeliyiz.

İkinci Dünya Savaşı’nda hem ülkesini hem de tüm insanlığı Nazi canavarından kurtarmak için savaşan Kızıl Ordunun sloganı “Yolumuz doğru bir yoldur. Zafer bizim olacak” idi. Yazımızı, bu sloganın ülkemizdeki bilinen şekliyle bitirelim ve hep kafalarımızda canlı tutalım: Haklıyız, kazanacağız!

DAHA FAZLA