"Bir anarşistin kaza sonucu ölümü" ve BHH (Fırat Özdemir)

Küçüktüm bu oyunu izlediğimde. Genco Erkal’ın tok ve gür sesi, bir de sert mimik ve el hareketleri kalmış aklımda sadece.  Ne anarşizmin ne olduğunu anlayacak, ne de “kasıtlı bir eyleme kaza denebilir mi” tartışmasını yürütecek yaştaydım. Fakat şunu anlamıştım: O adam aslında anarşist değildi ve olay da kaza değildi. Sonra kendime bir şeyler söyledim yıllarca, söylediğim şeyleri kağıtla buluşturamadım. Sonra kağıtla buluşturamadığım sözcüklerim, benimle randevu kesmiş gibi Ahmet Kaya’nın okuduğu bir şiirde çıktı karşıma:

“Bildiklerini, dedi, yüzleştir hayatla,

Ve sınamaktan korkma!.

Doğru ile yanlışı,

ancak o zaman ayırabilirsin

Ve O'nu anlayabilirsin...”

Sonradan öğrendim şiir Yusuf Hayaloğlu’nunmuş. Suphi adı geçiyor bir de. Önce açtım Büyük Larousse’u. Baktım, şiirde geçen Suphi kadar acayip bir adama rastlamadım. İnternete girmek de o zaman mesele yani.  Neyse uzatmayalım. 145, 146 falan derken bağlandım. Yazdım: “Suphi”. Mustafa Suphi ile tanışmam, yaptığım bu aramaya bilgisayarın verdiği yanıtla mümkün oldu.

Ama sonra kafamı başka bir şey kurcalamaya başladı. Şiirde, bildiklerimi hayatla yüzleştirmem gerektiği söyleniyordu. Oysa ben bilmediklerimi kendimle yüzleştiriyordum. Yıllar sonra anladım. Bu bir devrimci paranoya. Ya herşeyi çok iyi bildiğini sanırsın ya da ne kadar çok şeyi bilmediğini düşünüp durursun.  Bu, ya saçma bir ego yaratır ya da gereksiz bir mütevazilik.

Bütün bunları ne zaman mı anlamaya başladım? O anarşistin, hatta hakim adlandırmayla “anarşiğin” aslında bir deli, coğrafyamıza uyarlarsak delirmiş bir sosyalist olduğunu anladığımda. Çünkü anladığımda, 12-13 yaşımda siyasallaşmaya başladım. O oyunu izlemeden önce astronot olmayı istiyordum. İdolüm Armstrong’du. İzlenceyi takip eden gelişim, idollerimi de değiştirdi. Deniz, Che, Lenin, Mahir, Suphi, Şefik… Liste uzun saymayalım. Pek tabii Gagarin sempatisi baki.

Bir tiyatro oyunundan sihirli değnek türetmek değil amacım. Ki zaten buradaki sihirli değnek de oyun değil, o düşünsel gelişimi takip etmeye elverişli olan ortam bence. Parçadan bütüne gidelim bu sefer. Pekiyi o elverişli ortamı ne bozdu? Teknoloji mi? Öyle olsa bile onunla mücadele ederek ya da ondan şikayet ederek gençliğe seslenme şansımız olamaz. O zaman onu yönetmenin yolunu bulmak zorundayız. Nasıl mı: Yaşayan ve yaşatan alanlar kurarak.

Gezi Direnişi’nde parkta kurulan hayatı herkes belli şekillerde tanımlayabilir mesela. Paylaşımcılık denebilir, komün denebilir vs. Hatta kimileri o gün devrim olduğunu bile iddia etmişlerdi. Neyse, parkın esas meselesi yaşayan bir alan olmasıydı bence. Çocuklar resim yapıyordu, gençler horon tepiyordu, dindarlar namaz kılıyordu, kimileri içki içerken direniyordu, kimileri direnirken sevişiyordu, sosyalistler çatışırken örgütlenmeye çalışıyordu, doktorlar gaz maskesini bir hastaya bir kendine koklatıyordu… Ya da nasıl tanımlarsanız..! Ama o alan yaşıyordu. Doktorla hastanın, kadınla erkeğin, anneyle çocuğun sık sık rol değiştirdiğine tanık olduk. Demek ki risk almak şapkadan tavşan çıkarmak ya da sihirli değnek bulmak değilmiş. Risk almak, toplumu kronikleşme ve stabilizasyon belasından kurtarmakmış. Kumdan kale yapmakla, kumdan kalelerin içine çelik çekirdekler yerleştirmekle devrimcilik olmuyormuş. Kaleyi neden çelikten yapmayalım ki?

İşte bu yüzden BİRLEŞİK, işte bu yüzden HAREKET!

Sonra o “hareketin” içine, HAZİRAN’ı kurmak gerek!

Öyle bir HAREKET ki; HAZİRAN onun içinde yaşamalı.

Bu hareketin girdiği her bünye, her beyin yeni bir Gezi Parkı olmalı!