Sıradanın ihtişamı

Sıradanın ihtişamı

Küçük bir karmaşa ile başlıyor "Kıymetli Şeylerin Tanzimi". İstanbul’daki Muhabbet Apartmanı’na ulaşmak için oradan oraya koşturmamız gerektiğinden bahsediyor yazar. İstanbul’da, yolda hayatta kalma çabaları Muhabbet Apartmanı’na ulaşmaya çalışırken de geçerli pek tabii. Peki kim konuşuyor? Kim anlatıyor bunları? Romandaki karakterlerden hangisi? Daha en başında içten içe bunları sorduruyor roman.

Küçük bir  karmaşa ile başlıyor roman. İstanbul’daki Muhabbet Apartmanı’na ulaşmak için oradan oraya koşturmamız gerektiğinden bahsediyor yazar. İstanbul’da, yolda hayatta kalma çabaları Muhabbet Apartmanı’na ulaşmaya çalışırken de geçerli pek tabii. Peki kim konuşuyor? Kim anlatıyor bunları? Romandaki karakterlerden hangisi? Daha en başında içten içe bunları sorduruyor roman. Aslında kitapta bir baş karakter yok. Tek bir kişinin üzerine yoğunlaşmamıza gerek de yok bu sebeple. Yazar, romanını karakterlerini tanıtmak için bölümler halinde kaleme almış ve her bir bölümün ismi, anlattığı karakter ya da karakterlere ait. Hal böyle olunca yazarla hiç karşılaşmadığımızı düşünebilirsiniz. Ancak Sezer Ünlüönen, hem karakterleriyle hem de bizlerle roman boyunca. Parantezler içine gizlenmiş ve arada bir düşündüklerini söylemek istemiş. Edebiyatta bu yolu izleyen yazarlar, bugüne değin hep eleştirilenler arasında çünkü okurun kendi yolunu çizmesine izin vermez bu yazarlar. Okuru yönlendirir, akışı böler ve bir anda bir deneme yazısı okuduğunuzu düşünürsünüz. Tanzimat Edebiyatı Dönemi’ndeki Ahmet Mithat Efendi üzerinden bu tercihin yanlışları ve doğruları hep anlatılagelmiştir. Ünlüönen’in neden bu yolu tercih ettiği merak konusu benim için fakat kitabın parantez içerisindeki yazarına rağmen kendini bir kurgunun ötesine taşıyabilmiş bir roman "Kıymetli Şeylerin Tanzimi".

Kendimizi bir akraba topluluğunun içinde buluyoruz. Bu topluluk, içinde yaşadığımız toplumun küçük bir simülasyonu. Daha çok Sevim ve Fırat’ın evliliği üzerinden şekillenen bir ilişkiler silsilesi görmekteyiz çünkü Sevim’in annesi Nermin Hanım’ı, babası Fikret Bey’i, Sevim’in kızı Nazlı’yı bu evlilik dahilinde tanıyoruz. Sıradan hayatların hayal hakikat çatışmasına tanık oluyoruz roman boyunca. Başta mutlu olduğunu varsaydığımız Sevim ve Fırat’ın, gerçekte Sevim’in babasının zorlamasıyla kurmuş oldukları bir aileye sahip olduğunu öğreniyoruz. Sevim uzun bir birliktelik yaşar Fırat ile. Ancak daha sonra Fırat’a aşık olmadığını fark eder ve evlenmek istemez. Babası tabi ki bunu kabul etmeyecek ve reddiyenin sebebi olarak da “El alem ne der?” sorusunu ortaya atacaktır. Hepimizin sıkça maruz kaldığı sorulardan en can alıcısı bu olsa gerek. Duyduğumuzda irkildiğimiz, o el alemin bu soruyu sormak için cam köşelerinde beklediğini gözlerimizle gördüğümüz ve yine aynı el alemin tek eğlencesinin bu olduğunu bildiğimiz halde kendimize yediremediğimiz, hiç tanımadıkları hayatların kararması için var gücüyle çalışan bir el alem toplumunun içinde yaşadığımızı düşündüğümüzde çaresizce “asla” dediğimiz şeyleri kabullendiğimiz zamanlar… Sevim de bu zamanlardan birine ve ikinci çocuğuna gebedir. Tüm bitkinliğiyle ne yapacağını bilememektedir. Annesinin parlak fikirleri ve telkinleri yüreğine su serpmektedir(!) Hele babasının, kızından önce Fırat’ı düşünmesi, el alemin her daim aklımıza ve yüreğimize kast ettiğinin en açık belgesidir. Tüm bu manasızca adanmışlığın arasından sıyrılmak isteyenleri de görmüyor değiliz romanda. Bunlar, ailenin gençleri daha çok. Öyle gençler ki başkalarından farklı olduklarını düşünüp bambaşka dünyalara sahip olup ne istediklerini pek de bilemezler. Bu gençlerden biri olan Ezgi’nin önünü göremeyişi şöyle aktarılır:

Yabancı okullarda okuya okuya, yurtdışına gide gele, sosyal medyayı geze geze birbirlerinden gif ve meme yapmayı, Kürt sorununu, hayatla aralarına alaycı ve ironik bir mesafe koymayı, mutenalaştırmaya karşı olmayı öğrenmiş bir arkadaş çevresi içinde hep beraber bir çıkış arıyor; bulamıyorlardı. (Herkesin farklılaşmak için aklına gelen şey aynıydı.)

Onun kendilerine benzemediğini gören ve kabul eden aile üyeleriyse kendi bildiklerini okumaktan asla geri durmazlar. Toplandıkları her an gözleriyle işaret eden uyarılarda bulunmaktan vazgeçmezler örneğin. Sofranın kurulması için mimik patlaması yaşayan akrabalar her yerde ve hepimizle. Ezgi de bundan payını alır. Ezgi, tüm aile üyelerinin bir araya geldiği bir buluşmada olan biteni gözlemledikten sonra şu cümleleri kurar:

Etrafına  bakınıp “İleride böyle bir koltuk takımı sahibi olmaktan, kaynanamla dükkân dükkân dolaşıp ev döşemektense ölürüm daha iyi” diye içinden geçiriyordu ama Nermin teyzesinin kalkıp masanın kurulmasına yardım etmesi gerektiğini ima eden mimikleri Ezgi’nin düşünce akışını yarıda kesti.

Yaşamı yavaş yavaş anlamlandırmaya çalışan küçük Nazlı’ya değinmezsek babalarımızla hesaplaşmamız oluruz. Sema Kaygusuz’un babalarımızla hesaplaşmamız gerektiğini anlatan bir yazısı geliyor aklıma bu kısımda. Babayla ilgili her kısımda bu yazıyı anımsıyorum gerçi. Babaların, erkekliğe dair sert ve kontrolcü olma rolleriyle kodlandığının sanırım artık yedi cihan farkında. Nazlı da babasını göz önünde bulundurarak “sevmeyi” açıklamış. Onun için sevgi kelimesi tüm kodlamalardan-kurgulamalardan farklı ve iyileştirici olabilirdi fakat Nazlı kendini kandırmaya daha ufacıkken başlıyor. Sevmenin en doğru şeklinin “uzaktan” sevmek olduğuna inanmış çünkü babası onu böyle seviyor. Onu dinlemediğini ya da dinliyor gibi yaptığını yine Nazlı’nın cümlelerinden çıkarıyoruz. Ben aradan çekileyim istiyorum çünkü Nazlı gibi masumca anlatamaz sanırım kimse bu bölümü:

Uzaktan sevmek aslında çok iyi bir şey. Ben küçük olduğum için yakından sevmek istiyorum ama büyüyünce ben de uzaktan sevmeyi öğrenicem inşallah. Mesela benim babam çok akıllı, çok akıllı olduğu için de uzaktan seviyormuş, çünkü kocaman akıllı baba.

Neyse kafamın içi dolunca babam beni daha çok sever, bir de ben daha akıllı olduğum için her bir dediğimi dinler. Hımmm bu konuda ne yapalım, süper zeka kızıma soralım der.  

Romanda bölümlerin arasında ilerlerken “Ward Hunt Buz Sahanlığı” adlı bir bölümle karşılaşıyoruz. Bu bölüm, aile içi ilişkilere öykünerek oluşturulmuş. Buz yüzeyinin düz, kaygan, ne olduğu apaçık ortada olması gibi fakat bunlarla birlikte her an çatırdamaya, kırılmaya da hazır kocaman bir alan gibi. Sıradan olanın çelişkilerini, kıymetini, farklılıklarını çok hassas gözlemlerle yansıtmış Ünlüönen. Her an maruz kaldıklarımız, başımızı kaldırdığımızda göz göze geldiklerimiz sayfaların arasına gizlenmiş bu defa sadece.  

Romanda baş karakter olmadığı için evin içerisinde gezindikçe herkese başka bir yandan değiyoruz. Hangisiyiz? Kurgu olduğunu bildiğimiz halde hepsiyiz. Hepsinden bir parçayız. Aksi imkansız çünkü bu toplumun içerisinde kök salıyoruz. Sevim’in annesine şaşırıyoruz önce ama sonra hemen yanı başımızda aynı telkinler ya da dilimizde aynı sözcükler… Sevim oluyoruz sonra. Belki de daha en başından bizE ait olmayan bir hayatı yaşıyoruz. Sahiplenmeye çalışıyoruz. Ya Ezgi’nin düşündüklerini düşünüyorsak? Kök salmaktan vazgeçmek istiyorsak? Peki el alem ne der sonra?  


KÜNYE:
Kıymetli Şeylerin Tanzimi, Sezen Ünlüönen, İletişim Yayıncılık, 2017.

DAHA FAZLA